Istatistikler | Toplam 3 kayıtlı kullanıcımız var Son kaydolan kullanıcımız: MaRaLCaN
Kullanıcılarımız toplam 725 mesaj attılar bunda 372 konu
|
|
| Azerbaycan Masalları-Azerbaycan Nağılları | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
AyMaRaLCaN
Mesaj Sayısı : 734 Rep Puani : 0 Kayıt tarihi : 26/10/10
| Konu: Azerbaycan Masalları-Azerbaycan Nağılları Cuma Ara. 23, 2011 12:05 pm | |
| Azerbaycan Masalları-Azerbaycan Nağılları-Azeri Nağıllar-Azeri Hikayeler
Ulduz ile kargalar
Selam çocuklar; benim adım Ulduz. Farsçası "Sitâre". Bu yıl on yaşımı doldurdum. Okuyacağınız öykü, benim serüvenimin bir bölümü. Behreng Bey bir zamanlar köyümüzde öğretmendi. Bizim evde kalıyordu. Bir gün serüvenimi anlattım ona. Behreng Bey'in hoşuna gitmiş olacak ki "Senin kargalarla serüvenini öykü yapıp kitap haline getirmek istiyorum" dedi. Ben de birkaç şartla kabul ettim. Birinci şart, öykümü sadece çocuklar için yazmasıydı. Çünkü büyükler öykümü anlamayacak ve zevk almayacak kadar dalgındı. İkincisi, öykümü yoksul olan ya da çok nazlı yetişmemiş çocuklar için yazmalıydı. Uşaklarla, lüks arabalarla okula giden çocukların öykülerimi okuma hakları yoktu. Behreng Bey "Büyük kentlerdeki zengin çocukları böyle yapıyorlar, üstelik de çalımlarından geçilmiyor" derdi. Şunu da söylemeliyim ki, ben yedi yaşıma kadar analığımın yanındaydım. Bu öykü de o döneme ait. Kendi annem köydeydi. Babam onu boşayıp köye babasının yanına göndermiş ve bir başka kadınla evlenmişti. Babam bir devlet dairesinde çalışıyordu. O zamanlar kentte yaşıyorduk. Küçük bir kentti. Örneğin yalnız bir caddesi vardı. Birkaç yıl sonra ben de köye gittim. Her neyse, Behreng Bey, bundan sonra "Tombul Bebek" adlı öykümü yazacağına söz verdi. Umarım benim serüvenimden çok şey öğrenirsiniz.
Ulduz odada yapayalnız oturmuş dışarı bakıyordu. Analığı hamama gitmiş, giderken de kapıyı üstünden kilitlemiş ve Ulduz'a yerinden kımıldamamasını, yoksa gelince canına okuyacağını söylemişti. İşte Ulduz odada oturmuş, dışarı bakıyor ve düşünüyordu tıpkı büyük insanlar gibi. Analığından çok korktuğu için de yerinden kımıldamıyordu. Tombul bebeğini de düşünüyordu. Geçenlerde kaybetmişti bebeğini. Bir bilseniz, ne kadar sıkılmıştı canı. Birkaç kez parmaklarını saydıktan sonra usul usul pencere kenarına geldi. Canı sıkılmıştı. Ansızın havuz kenarına konmuş, su içen bir karga gördü. Unuttu yalnızlığını, içi ferahladı. Karga başını kaldırıp da Ulduz'a gözü ilişince uçmak istedi. Ulduz'un kötü niyetli olmadığını anlayınca uçmadı. Gagasını biraz açtı. Ulduz karganın güldüğünü düşünerek sevindi. - Karga Bey, havuzun kirli suyunu içersen, hasta olursun. Karga yine güldü. Sonra sekerek yaklaştı: - Hayır canım, biz kargalar için farketmez. Bundan kötüsünü de içiyoruz ve bir şey olmuyor. Üstelik bana "Karga Bey" deme. Ben kadınım. Dört tane de çocuğum var. Bana "Anne Karga" de. Ulduz karganın nasıl kadın olabileceğini anlamadı. O kadar cana yakındı ki tutup öpmek geliyordu içinden. Doğrusunu isterseniz, güzel değildi, çirkin de değildi, ama sevgi dolu bir yüreği vardı. Biraz daha yaklaşsa tutup öpecekti onu Ulduz. Anne Karga biraz daha yaklaştı: - Adın ne? Adını söyledi Ulduz. Anne Karga sordu yine: - Ne yapıyorsun içerde? - Hiç... Analığım beni burada bırakıp hamama gitti. Yerimden kımıldamamamı tembih etti. - Sen büyük insanlar gibi düşünüyorsun hep. Neden oyun oynamıyorsun? Ulduz tombul bebeğini anımsayıp iç geçirdi. Sonra sesini duyurmak için pencerenin kanadını araladı. - Ama Anne Karga, oynayacak hiçbir şeyim yok. Bir tombul bebeğim vardı; kayboldu. Konuşan bebekti. Anne karga kanadının ucuyla gözyaşlarını sildi, zıplayıp pencerenin pervazına kondu. Ulduz önce korkup yana kaçtı, ama sonra çok sevindi, pencereye yaklaştı. Anne Karga: - Oyun arkadaşın da mı yok? - Yaşar var. Ama onu da çok az görüyorum. Çok az. Okula gidiyor. - Haydi oynayalım. Ulduz Anne Karga'yı tutup kucakladı. Başını öptü, yüzünü öptü. Kanatları kalındı. Ulduz'un giysisi kirlenmesin diye Anne Karga ayaklarını topladı. Gagasını da öptü Ulduz. Sabun kokuyordu gagası. - Anne Karga, sabunu çok mu seviyorsun? - Bayılırım sabuna. - Analığımdan korkmasam, bir tane getirirdim sana. - Gizlice getir. Analığın farketmez. - Ona söylemezsin değil mi? - Ben mi? Ben kimseyi ispiyonlamam. - Ama analığım "Ne yaparsan yap, karga gelir, haber verir bana" der. Anne Karga içinden güldü. - Yalan söylüyor canım. Şu kara başıma yeminle; kimseyi ispiyonlamam ben. Su içmem bahane; havuz kenarına gelir, sonra sabun ve balık kapıp kaçarım. - Anne Karga, hırsızlık da neden? Günahtır! - Çocuk olma canım. Ne demek günah? Çalmasam, ben ve çocuklarım açlıktan ölürüz. Günah değil mi? Canım, işte bu günah. Karnımı doyuramazsam, günah; ayaklar altında sabun olur da ben aç kalırsam, günah. Ben böyle şeyleri bilecek kadar yaşadım. Şunu da iyi bil ki, böyle kuru öğütlerle hırsızlığın önü alınamaz. Herkes kendisi için çalıştıkça hırsızlık da olacak. Ulduz Anne Karga için bir kalıp sabun aşırıp getirmek istedi. Analık yiyecekleri dolaba koyup kilitlerdi. Ama sabunu saklamazdı. Anne Karga'yı pencere kenarına bırakıp mutfağa gitti. Bir kalıp Merâga sabunu alıp getirdi. Allah sizi inandırsın çocuklar, Ulduz Anne Karga'nın gittiğini, analığının koltuğunun altında bohçayla pencereye doğru geldiğini görünce yüzü pancar gibi kızardı. Kapana sıkışmıştı. Analığı pencereden başını sokup bağırdı: - Ulduz, yine evin altını üstüne mi getiriyorsun? Sana demedim mi yerinden kımıldama diye ha? Ulduz bir şey diyemedi. Analık kilidi açıp içeri girmek üzere kapıya yöneldi. Ulduz hemen sabunu gömleğinin altına saklayıp bir köşeye büzüldü. Analığı içeri girdi: - Ne aradığını söylemedin? Ulduz korkuyla: - Ana .. dövme beni! Tombul bebeğimi arıyordum. Analık nefret ediyordu Ulduz'un bebeğinden. Ulduz'un kulağını tutup büktü. - Yüz defa dedim sana unut şu uğursuz bebeği diye! Anlıyor musun? Sonra analık mutfağa çay koymaya gitti. Ulduz çişini bahane edip avluya çıktı. Oraya buraya bakındı, Anne Karga'yı gördü. Çatıya konmuş, meraklı gözlerle bakıyordu. Ulduz sabunu çalıların altına koydu. Gel, sabunu al, dercesine kargaya göz kırptı. Anne Karga yavaşça gelip çalılara saklandı. Ulduz: - Anne Karga, oyun oynamak için çocuklarından birini getirir misin? Anne Karga fısıldayarak: - Bekle, öğleden sonra. Kocam da razı olursa, getiririm. Sonra sabunu aldı, uçup gitti. Ulduz gözlerini gökyüzüne dikmişti. Karga uzaklaşınca sevincinden zıplamaya başladı. Konuşan bebeğini bulmuş gibiydi. Birden analığı bağırdı: - Kız, niye dansediyorsun öyle? Gir içeri. Sıcak geçecek başına. Sana bakacak halim yok! Öğle yemeği vaktiydi. Ulduz gidip oturdu odaya. Birkaç dakika sonra babası daireden geldi. Suratı asılmıştı. Ulduz'un selamına bile yanıt vermedi. Ellerini yıkadı, sofraya oturup yemeğine başladı. Galiba yine müdüründen azar işitmişti. Patates kızartmasının kokusundan az daha bayılacaktı Ulduz. Babasının yemek yiyişine bakıp yutkunuyordu. Bir şey alıp yiyemezdi. Analığı hep söylerdi: "Çocuk kendisi için yemek alamaz. Büyükler çocuğun tabağına yemek koyar; o zaman çocuklar yemek yer."
Eylül ayıydı. Öğle yemeğinden sonra babasının ve analığın uykusu gelince yatarlardı. Ulduz da uyumak zorundaydı. Yoksa babası "Çocuk dediğin, öğle yemeğini yedi mi, uyur" diye bağırırdı. Ulduz bir türlü anlamıyordu neden mutlaka uyuması gerektiğini. "Artık bugün uyuyamam. Uyursam, Anne Karga gelir ve beni göremeyince çocuğunu götürür." diye geçirdi içinden. Odada yere uzanıp uyur gibi yaptı. Babası ile analığı uyuyunca ayaklarının ucuna basa basa avluya çıktı, dut ağacının gölgesine oturdu. Parmaklarını üç kez saymıştı ki karga çıkageldi. Önce dama konup Ulduz'a baktı. Ulduz aşağıya gelebileceğini işaret edince Anne Karga gelip yanına kondu. Minik, sevimli bir karga da getirmişti yanında. - Uyumuş olmandan korkuyordum. - Her gün uyuyordum. Bugün babamla analığı uyuttum, ama ben uyumadım. - Aferin iyi etmişsin. Uyku vaktine çok var daha. Gündüzleri uyursan, geceleri ne yapacaksın peki? - Gel de analığa anlat bunu... Minik kargayı benim için mi getirdin? Ne sevimli! Anne Karga yavrusunu Ulduz'un eline verdi. Çok sevimliydi. Birden iç geçirdi Ulduz. - Neden iç geçirdin? - Bebeğim geldi aklıma. Yanımda olsaydı keşke! Üçümüz birlikte oynardık. - Üzülme. Torunlarımdan birinin büyük kızı birkaç güne kadar yumurtlayıp yavru sahibi olacak. Onlardan birini getiririm sana; üç kişi olursunuz. - Senin başka çocuğun yok mu? - Neden olmasın, var. Üç tane daha var. - Öyleyse onları da getir. - O zaman ben yalnız kalırım. Baba Karga da var. İzin vermez. Sana getirdiğim yavru henüz konuşmuyor. Yürüyor ama uçmayı bilmiyor. Bir haftaya kadar konuşur. İki haftaya kadar da uçabilir. İki hafta sonra uçması gerek, dikkat et. Yoksa hiçbir zaman uçamaz. Aklında olsun. - Uçamazsa ne olur? - Ne olacağı belli; ölür. Ona ne yedireceğini biliyor musun? - Hayır, bilmiyorum. - Günde bir parça sabun, biraz et, falan filan. Mümkün olursa, arada sırada küçük bir balık. Sizin havuzda çok balık var. Kurtçuk da yer... Peynir de yer. - Tamam. - Analığın ona bakmana izin verir mi? - Hayır, analığım böyle şeyleri görmeye tahammül edemez. Saklamam gerek. Minik Karga Ulduz'un eteğinde çırpınıyordu. Gagasını açıyor, yavaşça ellerini tutup bırakıyordu. Küçücük gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Ayakları inceydi, tıpkı Ulduz'un küçük parmağı gibi. Tüyleri yumuşaktı; annesininki gibi kalın değildi. Annesinden daha güzeldi de. Anne Karga: - Peki nereye saklayacaksın? Ulduz hiç düşünmemişti bunu. Düşünmeye başladı. Neresi vardı? Hiçbir yer. - Çalıların çiçeklerin arasına saklarım. - Olmaz. Analığın görür. Üstelik, çiçekleri sularken yavrum ıslanır ve üşütür. - Nereye saklayım öyleyse? Anne Karga oraya buraya bakındı: - Merdiven altı daha iyi. Çatı merdiveni uygundur. Küçük kentlerde ve köylerde bu merdivenlerden çok olur. Merdiven altı kuş yuvası olmuştu.. Minik kargayı oraya bıraktılar. Kedi gelip kapmasın ve analık farketmesin diye kapısını sıkıca kapadılar. Kapının altında küçük bir delik vardı ve minik karga buradan nefes alabilirdi. Ulduz Anne Karga'ya: - Anne Karga, adı ne? - Bay Karga de ona. - Erkek mi? - Evet. - Erkek olduğu neresinden anlaşılıyor? Bütün kargalar birbirine benziyor. - Siz böyle düşünüyorsunuz. Biraz dikkat edersen erkeğin dişiden farklı olduğunu anlarsın. Başlarından, yüzlerinden belli olur. Bir süre daha dereden tepeden konuşup ayrıldılar. Ulduz odaya girdi, uzanıp gözlerini kapadı. Analığı uyandığında Ulduz hâlâ uykuda olduğunu gördü. Ama aslında Ulduz uyumamıştı. Uykusu gelmiyordu. Bay Karga'yı düşünüyordu. Göz ucuyla analığına bakıyor ve için için gülüyordu.
Aradan birkaç gün geçti. Ulduz'un keyfine diyecek yoktu. Babası ve analığı şaşırıyorlardı bu duruma. Bir gece analığı babasına "Bu çocuğun nesi var bilmem. Hep gülüyor, hep dansediyor, havalarda uçuyor. İşin aslını anlamam gerek" dedi. Ulduz bu sözleri duyunca "Daha dikkatli olmalıyım" diye geçirdi içinden. Günde iki üç kez Bay Karga'nın yanına uğruyordu. Bazen evde kimse olmayınca Bay Karga'yı yuvadan çıkarıyor, oyun oynuyordu. Ulduz dil öğretiyordu ona. Zaman zaman Anne Karga da geliyor, çocuğuna bir şeyler getiriyordu: Bir parça et, sabun ve benzeri şeyler. Birkaç kez de örümcek getirmişti. Anne Karga'nın gagasına sıkışan örümcekler çırpınıyorlar ama kurtulamıyorlardı. Ne kadar da uzun bacakları vardı! Ulduz korktu onlardan. Anne Karga: - Korkma canım, bak, yavrum nasıl yiyor onları. Gerçekten de Bay Karga iştahla yuttu onları. Sonra gagasını birkaç kez sağdan soldan yere sürttü : - Anneciğim, yine getir bunlardan. Çok lezzetliydi. - Peki. Ulduz: - Bizim mutfakta bunlardan çok var. Getiririm sana. Bay Karga yutkunup teşekkür etti. O günden sonra Ulduz orada burada dolaşıyor, örümcek avlıyor, gömleğinin cebine koyup, örümcekler kaçmasın diye düğmesini ilikliyor, bir fırsatını bulunca da götürüp Bay Karga'ya veriyordu. Elbette bunlar onun için yemekten sayılmazdı. Şeker horozu, kuruyemiş, pasta gibi şeylerin yerine geçiyordu. Anne Karga, yaşayan bir varlığın yemek yemezse mutlaka öleceğini söylemişti. Hiçbir şey onu canlı tutamazdı. Yemekten başka hiçbir şey. Bir gün öğle yemeğinde analık, eli ayağı kırılmış birkaç örümceğin sofrada yürüdüklerini gördü. Ulduz cebinden kaçdıklarını anladı. Yüreği küt küt atmaya başladı. Önce onları toplayıp cebine koymak istedi ama belli etmemenin daha doğru olacağını düşündü. Analığı örümcekleri ayaklarından tutttuğu gibi dışarı attı ve tehlike geçmiş oldu. Yemekten sonra Ulduz kalan örümcekleri vermek üzere Bay Karga'nın yanına gitti. Önceki örümceklerden bir ikisini de yine avlu kenarında bulmuştu. Bay Karga'nın ağzına vermek için örümceklerden birini iki parmağıyla tuttu. Bunu Anne Karga'dan öğrenmişti. Nasıl da gagasının ucuyla yemeği yavrusunun ağzının koyuyordu. Bay Karga örümceği tam yiyecekken birden irkildi ve başını çekerek "Ulduzcuğum, yemeyeceğim." dedi. - Ne oldu, minik kargam? - Tırnaklarına bak, ne halde! - Nesi var tırnaklarımın? - Uzun, kirli ve siyah. Çok özür dilerim Ulduz Hanım, ama ben böyle yemek yiyemem? Anlıyor musun Ulduz Hanım? - Anladım. Kusurumu yüzüme karşı söylediğin için çok teşekkür ederim. Bundan böyle ben de kirli tırnaklarla yemek yemeyeceğim. İnan bana.
Samet Behrengi | |
| | | AyMaRaLCaN
Mesaj Sayısı : 734 Rep Puani : 0 Kayıt tarihi : 26/10/10
| Konu: Geri: Azerbaycan Masalları-Azerbaycan Nağılları Cuma Ara. 23, 2011 12:06 pm | |
| Bir şeftali, bin şeftali
Fakir ve susuz köyün bitişiğinde çok büyük bir bağ vardı, güzel mi güzel, içinden suyu akan, meyva ağaçlarıyla dolu bir bağ. Bağ o kadar büyük ve ağaçlıktı ki bir ucundan dürbünle baksan, öbür ucunu göremezdin. Köy ağası birkaç yıl önce araziyi parselleyip köylülere satmış, ama bağı kendine ayırmıştı. Tabii köylülerin arazisi düz ve ağaçlık değildi. Su da yoktu üstelik. Vadinin ortasında bir düzlük vardı. İşte ağanın bağı orasıydı. Köylüler ağadan satın aldıkları tepelerdeki engebeli arazilerde ve vadideki yamaçlarda arpa, buğday ekiyorlardı. Her neyse, geçelim bunları; belki de öykümüzle ilgisi yok. Bağda iki şeftali ağacı yetişmişti. Biri daha küçük ve gençti. Bu iki ağacın yaprağı, çiçeği tıpatıp birbirine benzerdi. Her gören daha ilk bakışta ikisinin de aynı cins ağaç olduğunu anlardı. Büyük ağaç aşılıydı. Her yıl iri iri, pembe pembe, güzel şeftaliler verirdi. Avuca zor sığan bu şeftalileri insan ısırıp yemeye kıyamazdı. Bahçıvan büyük ağacı bir yabancı mühendisin aşıladığını, aşıyı da memleketinden getirdiğini söylerdi. Bu kadar çok para harcanan bir ağacın şeftalileri de elbette kıymetli olur. Nazar değmesin diye birer tahtaya Kur'ân'dan "Ve in yekâd" âyeti yazılıp ağaçların gövdesine tutturmuşlardı. Küçük şeftali ağacı hemen hemen her yıl bin çiçek açar ama bir şeftali bile vermezdi. Ya çiçeklerini döker, ya da şeftaliler olgunlaşmadan sararıp dökülürdü. Bahçıvan elinden geleni yapıyordu yapmasına ama küçük şeftali ağacında hiç değişiklik olmuyordu. Her yıl dallanıp budaklanıyor, yine de ilaç niyetine bir şeftali bile büyütmüyordu. Küçük ağacı da aşılamak geldi bahçıvanın aklına; ama ağaç yine değişmedi. İnat ediyordu sanki. İyice bunalan bahçıvan bir hileyle ağacı korkutmak istedi. Gidip bir testere getirdi; karısına da seslendi. Küçük şeftali ağacının önünde testere bilemeye koyuldu. Testere bir güzel bilendikten sonra geri geri gitti; "Şimdi gelip seni kökünden keseceğim. Hele şeftalilerini dök de göreyüm bakayım!" der gibi ağacın üzerine yürüdü. Daha bahçıvan ağaca yaklaşmadan karısı elinden tuttu: - Ölümü gör, n'olur hakim ol kendine. Sana söz veriyorum, önümüzdeki yıldan itibaren şeftalilerini dökmeyip büyütecek. Yine tembellik ederse o zaman ikimiz birden keser, odununu tandırda yakarız. Bu oyun da ağaçta bir değişiklik yapmadı. Şimdi bilmek istiyorsunuz küçük şeftali ağacının sözlerini ve neden meyvalarını olgunlaştırmadığını, değil mi? Pekala. Dinleyin öyleyse.
***
Kulaklarınızı iyi açın. Küçük şeftali ağacı konuşmak istiyor. Artık çıt çıkarmayın; bakalım küçük şeftali ağacı ne diyor. Serüvenini anlatacak galiba: "Biz yüz, yüzelli şeftali bir sepette duruyorduk. Güneş zarif kabuklarımızı kurutmasın, al yanaklarımıza toz konmasın diye bahçıvan üstümüze asma yaprağı örtmüştü. İncecik asma yaprağından hafif bir yeşil ışık giriyordu içeri. Bu renk yanaklarımızın allığıyla karışıp çok hoş bir manzara oluşturuyordu. Daha güneş doğmadan koparmıştı bahçıvan bizi. Bu yüzden bedenlerimiz serin ve nemliydi. Sonbahar gecelerinin soğuğu hâlâ üstümüzdeydi. Yeşil yaprakların arasından hafif bir ışık geçip sıcağı içimize işliyordu. Tabii, biz bir ağacın çocuklarıydık. Bahçıvan her yıl aynı zamanda annemin şeftalilerini toplayıp sepete koyuyor ve şehre götürüyordu. Orada ağanın evinin kapısını çalıyor, sepeti verip köye dönüyordu. Şimdi de öyle ya. Dediğim gibi biz yüz, yüzelli olgun ve sulu şeftaliydik. Benim de tatlı ve leziz suyum vardı. Yumuşak, incecik kabuğum çatlayacak gibiydi. Yanaklarımın kırmızılığını görsen mutlaka çıplak olduğum için utandığımı sanırdın. Hele hele, yıkanmış gibi üstümde başımda sonbahar çiyleri vardı. İri, çetin çekirdeğim yeni bir yaşamı düşlüyordu. Daha iyisini söyleyim, ben yeni bir hayatı düşünüyordum. Çekirdeğim ayrı değildi benden. İlk bakışta görülmek için bahçıvan beni sepetin üstüne koymuştu; belki de daha iri ve sulu olduğum için. Kendimi övmüyorum burada. Fırsatını bulan her şeftali gelişir, büyür ve olgunlaşır, bol sulu olur. Ama tembellik edip de kurtlara aldanan, onlara derilerine, etlerine, hatta çekirdeklerine kadar girme izni veren şeftaliler gelişemez. Sepette durduğumuz gibi ağanın evine gitmiş olsaydık, ben ağanın sevgili kızına nasip olacaktım. Ağanın kızı da benden bir ısırık alacak, fırlatıp atacaktı. Ağanın evi tabii ki evinden içeri bir tane şeftali, salatalık, zerdali girmeyen Sahibali ile Pulad'ın evi gibi değildi. Oysa bahçıvan, ağanın kızı için yabancı ülkelerden meyva getirttiğini söylüyor. Kızına uçakla portakal, muz, üzüm, hatta çiçek getirtiyor. Bunun için de su gibi para harcaması gerek. Şimdi hesap et bakalım ağanın kızının giysi, okul, yiyecek, doktor, bakıcı, uşak, oyuncak, seyahat ve gezme tozma parasını. Sen de, her ay onbin Tümen, ben diyeyim onbeş bin Tümen; yine az olur. Gelelim konumuza. Bahçıvan elinde sepet, bağın ortasındanki bahçeden geçerken birden ayağının altındaki sıçan yuvası çöktü; nerdeyse yere kapaklanacaktı. Ama ayakta durmayı başardı. O sırada sepet şiddetle sarsıldığından ben kayıp yere düştüm. Bahçıvan beni görmedi; çekti gitti. Güneş, ışınlarını tüm bağa göndermeye başlamıştı. Toprak biraz ılıktı ama güneş çok sıcaktı. Belki de benim vücudum gibi serindi. Sıcak yavaş yavaş kabuğumdan geçip etime kadar ulaştı. Vücut suyum da ısındı. Sonra sıcaklık çekirdeğime geldi. Bir süre sonra susamakta olduğumu hissettim. Annemin yanındayken ne zaman susasam ondan suyumu alırdım; daha çok üstüme vurup beni ısıtsın diye güneşe bakardım. Güneş ışınları üstüme gelir ve yanaklarım sımsıcak olurdu. Annemden su emer, gıdamı alır ve vücut suyum kaynamaya başlardı. Yüzümdeki damarlar daha bir al al olur, ağırlaşırdım; annemin kolunu eğer, kıvrılırdım. Annem "Güzel kızım, güneşten kaçma. Güneş bizim dostumuz. Toprak bize gıda verir, güneş de onu pişirir. Üstelik sen güneş sayesinde güzelsin. Bak, güneşten kaçınanlar nasıl da sarı benizli ve kemikliler. Güzel kızım, bir gün güneş yere darılır da parlamayacak olursa, yeryüzünde canlı diye bir şey kalmaz; ne bitkiler, ne hayvanlar." derdi. Bu yüzden gücüm yettikçe kendimi güneşe teslim eder, güneşin sıcaklığını emer ve içimde toplardım. Günden güne güçlendiğimi görürdüm. Hep sorardım kendime: "Günün birinde birisi güneşi gücendirirse ve güneş de bize küserse ne olurdu halimiz o zaman?" Nihayet bir gün anneme sordum: - Anneciğim, günün birinde güneş hanım darılır da bize küserse, ne yaparız? Annem yapraklarıyla yüzümdeki tozları sildi: - Neler düşünüyorsun böyle! Sen akıllı bir kızsın. Biliyor musun kızım, güneş hanım birkaç kendini beğenmiş yüzünden küsmez bize. Ama yavaş yavaş ışığını ve sıcaklığını yitirip ölebilir. İşte o zaman başka bir güneş bulmamız gerekir. Yoksa karanlıkta kalır, soğuktan donar ve kururuz. Sahi, nerde kalmıştık? Evet, evet, sıcağın çekirdeğime kadar gelip beni susattığından söz ediyordum. Bir süre sonra vücut suyum kaynamaya, kabuğum kurumaya ve çatlamaya yüz tuttu. Bir karınca koşa koşa geldi, etrafımda dönenmeye başladı. Sepetten düştüğümde kabuğum bir yerden çatlamış ve vücut suyumun bir kısmı dışarı dökülmüş, güneşte katılaşmıştı. Karınca başındaki hortumu özsuyuma sokup içti. Sonra bıraktı beni. Hortumuna baktı, baktı, sonra yine daldırdı hortumunu, kaldırdı duyargalarını. Öyle hızlı çekiyordu ki hortumu kökünden sökülecek sandım birden. Karınca biraz daha zorladı. Sonunda katılaşmış özsuyumu yerinden söküp, sevinerek koşa koşa yanımdan uzaklaştı. Tam bu sırada bir ses duydum. İki kişi duvar bahçesinden içeri atladı ve koşa koşa bana doğru geldi. Sahibali ile Pulad'dı bunlar. Meyva ile karınlarını doyurmaya gelmişlerdi. Ötekileri gibi bahçıvanın tüfeğinden korkmazlardı. Diğer köylüler adımlarını atmazlardı bağa ama Pulad ile Sahibali ayakları çıplak, yırtık pırtık yamalı bir pantolonla hep dolaşırlardı bağda. Bahçıvan birkaç kez arkalarından ateş etmiş, yine kaçmayı başarmışlardı. O zamanlar ikisi de yedi sekiz yaşlarındaydı. Uzun sözün kısası, o gün koşa koşa geldiler, üstümden atlayıp anneme gittiler. Baktım biraz sonra geri dönüyorlar; hem de canları çok sıkılmış bir halde. Konuşmalarından bahçıvana kızdıklarını anladım. Pulad: - Gördün mü? Bu da bahçenin son meyvası. Bir tanesi bile kısmet olmadı. Sahibali: - Ne yapabilirdik ki? Adam bir ay boyunca elinde tüfek ağacın dibinden kımıldamadı. Pulad: - Lanet olası köpek herif! Bir tane bile bırakmamış bize. O sulu olanlarından bir tanesini ağzıma tıkıştırmayı ne isterdim, bilemezsin!.. Hatırlıyor musun, geçen yıl ne kadar çok şeftali yemiştik? Sahibali: - Biz insan değil miyiz yani. Hepsini birer birer koparıp zıkkımlansın diye o köpek herife veriyor. Suç bizde zaten. Miskin miskin oturup köyü talan etmesine izin veriyoruz. Pulad: - Biliyor musun Sahibali, ya bu bağ köyün malı olur ya da bütün ağaçları yakarım. Sahibali: - Birlikte yakalım. Pulad: - Yakmazsak ********iz. Çocuklar öylen sinirlenmişti, öyle tepiniyorlardı ki tekme yemekten korktum birden. Ama, yapmadılar. Ben tam karşılarındayken Pulad'ın ayağına diken battı. Pulad eğilip dikeni çıkarırken gözü bana ilişti, ayağındaki dikeni unuttu. Beni yerden alıp Sahibali'ye "Bak Sahibali!" dedi. Çocuklar beni elden ele dolaştırıp sevindiler. Beni öyle yemek istemediler. Çok sıcaktım. Serinletip yemelerini istiyordum; o zaman daha çok tad verirdim. Kırış kırış kirli elleri kabuğumu tahriş ediyordu. Ama memnundum halimden. Son zerreme kadar beni lezzetle yiyeceklerini, sonra yalanıp parmaklarını emeceklerini biliyordum. Tadım günlerce, haftalarca damaklarında kalacaktı. Sahibali: - Pulad, yemin ederim hiç böyle iri şeftali görmemiştim. Pulad: - Hayır, görmemiştik. Sahibali: - Havuz kenarına gidelim. Serinletip yersek daha lezzetli olur. Beni öyle dikkatle götürdüler ki sanki vücudum incecik bir camdan yapılmıştı da bir sarsıntıda düşüp kılacak gibiydim. Havuz kenarı serin ve gölgeliydi. Kavak ve söğütler öyle serin bir gölge salmışlardı ki daha ilk nefeste serinliği çekirdeğime kadar hissettim. Dikkatle beni suya bıraktılar. Dört küçük ve kirli el sımsıkı suda tuttu beni. Su buz gibiydi. Biraz bekledikten sonra Pulad: - Sahibali! - Ha, söyle. - Diyorum ki bu şeftali çok kıymetlidir değil mi? - Evet. - Evet demekle olmaz. Sence ne kadar eder? Sahibali biraz düşündü: - Ben de çok değerli olduğunu söylüyorum. - Mesela kaç? Sahibali yine düşündü: - Bir güzel soğutursak...hımmm.. bin Tümen. - Senin de hiç paradan anladığın yok. - İyi, maşallah, sen hazinenin başına oturmuşsun; sen söyle bakalım kaç edermiş? - Yüz Tümen. - Bin yüzden daha çok ama. - Valla uydurmuyorum; babamdan duydum. - Madem öyle, belki ikisi de birdir ha? Ben de uydurmuyorum; babamdan duydum. Pulad yavşaça dokundu bana: - Ellerim dondu. Bence yeme zamanı geldi. Sahibali de dikkatle dokundu bana: - Evet, buz gibi olmuş. Sonra sudan çıkardı beni. Dışarı çıkınca dışarıyı sıcacık hissettim. Sandıklarından daha leziz olduğumu göstermek için beni hemen yemelerini istiyordum. Güneşten ve annemden aldığım tüm gıda ve sıcaklığı bu iki köylü çocuğunun bedenine ulaştırmaktı arzum. Pulad ile Sahibali beni yemeye karar verdiklerinde, ömrümde kaç defa halden hale girdiğimi, daha da kaç defa gireceğimi düşünüyordum. Kendi kendime düşündüm: "Bir zamanlar vücudumun zerreleri toprak ve su idi, bazıları da güneş ışığı. Annem bunları az az topraktan emdi, emdi, dallarının uçlarına kadar ulaştırdı. Sonra annem tomurcuklandı, çiçek açtı ve yavaş yavaş ben ortaya çıktım. Vücudumdaki tüm zerreleri az az annemin bedeninden aldım, güneş ışınlarıyla karıştırdım. Çekirdeğim, kabuğum ve etim oluştu ve nihayet olgun, sulu bir şeftali oldum. Şimdi Pulad ile Sahibali beni yiyorlar. Bir süre sonra zerrelerim onların vücutlarında et, saç, kemik olacak. Elbette bir gün onlar da ölecek.O zaman benim vücudumun zerreleri ne olacak?" Çocuklar beni yemeye karar verdiler. Sahibali beni Pulad'a verdi: -Isır bir kere. Pulad bir ısırık aldı ve Sahibali'ye verdi beni. Sonra başladı yalanmaya. Sahibali de bir ısırık aldı ve beni verdi Pulad'a. Dediğim gibi tadım damaklarında kaldı. Şimdi etlerim ortadan kayboluyordu ama çekirdeğim yeni bir yaşam düşüncesindeydi. Bir dakika sonra şeftali olarak benden geriye hiçbir şey kalmamıştı. Oysa çekirdeğim ne zaman ve nasıl yeşermeye başlayacağını planlıyordu. Ben belirli zamanlarda ölüyor ve tekrar diriliyordum. Son kez Pulad beni ağzına aldı ve son zerresine kadar etlerimi emdi. Beni ağzından çıkardığında artık şeftali değildim. Sert kabuklu, içinde yeni bir yaşamın tohumunu gizleyen canlı bir çekirdektim. Sadece kabuğumu çatlatıp yeşerecek kadar dinlenmeye ve nemli toprağa ihtiyacım vardı. Çocuklar parmaklarını son defa emip yalandıktan sonra Pulad: - Şimdi ne yapalım? Sahibali: - Suya girelim. Pulad: - Çekirdeğini yemeyelim mi? Sahibali: - Bir planım var. Bırak, kalsın. Pulad beni söğüt ağacının dibine bıraktı. Gerisin geri gitti gitti; sonra koşa koşa sırtüstü suya atladı. Atlarken dizlerini karnına kadar çekmiş, elleriyle dizlerini sarmıştı. Bir an suda kayboldu, çırpındı ve ayağa kalktı. Çevresindeki çamurlar da bu arada suya karıştı. Su çenesinin altına kadar geliyordu. Başından, kulağından, yüzünden yosunlar sarkıyordu. Sahibali: - Pulad, yüzünü o yana çevir. Pulad: - Pantolonunu mu çıkaracaksın? Sahibali: - Evet. Babamın yüzdüğümüzü anlamasını istemiyorum. Döver yoksa beni. Pulad: - Öğleyin döneceğiz eve. Daha vaktimiz var. Sahibali: - Tependeki güneşi görmüyor musun yoksa? Pulad bir şey demeyip yüzünü öbür tarafa çevirdi. Sahibali'nin suya düşüş sesini duyunca yüzünü çevirdi, sonra yüzmeye, suya dalmaya ve birbirlerine su atmaya başladılar. "Geç oldu" deyip sudan çıktılar. Pulad pantolonunu birkaç defa silkeledi. Sonra beni de söğütün dibinden alıp yola koyuldular. Bağın sonundaki duvara tırmanıp öbür tarafa atladılar. Köy evleri ağanın bağından daha uzaktı. Pulad: - Eee, onun için bir planın vardı hani. Sahibali: - Gölge gelsin iyice, sana seslenirim. Tepeye çıkar otururuz, orada sana planlarımı söylerim. Köyün sokakları tenhaydı ama her taraf sinek ve gübre doluydu. İri bir köpek duvarın üstünden atlayıp ayağımızın önünde durdu. Pulad köpeği okşadı sonra kalkıp evine gitti. Köpek de onun peşinden eve girdi. Sokak yokuş yukarıydı. Yokuş öylesine dikti ki yol ile Pulad'ın evinin damı aynı seviyedeydi. Sahibali damlardan geçerek evine gitti. Birkaç ev yukarıda kendi evleri vardı. Beni avucunda sımsıkı tutup bahçelerine atladı. Ayakları dizlerine kadar annesinin bir saat önce döktüğü hayvan dışkısına battı. Sahibali'nin bundan haberi yoktu. Annesi ses duyunca evden başını uzattı: - Sahibali, çabuk babana bir lokma ekmekle su götür. Sahibali beni tavlaya götürdü ve bir köşede, gübrelerin arasında bir delik açıp beni oraya gömdü. Artık karanlık ve gübre kokusu dışında hiçbir şey anlamadım. Orada kaç saat kaldığımı hatırlamıyorum. Keskin gübre kokusundan neredeyse boğulacaktım. Nihayet üstümden gübrenin kaldırıldığını hissettim. Sahibali'ydi. Beni çıkardı, bir iki kez elleri arasında ovuşturdu, temizlemek için pantolonuna sürdü. Geldiğimiz yoldan gittik; Pulad'ın evinin damına geldik. Annesiyle kızkardeşi damda tezek yaparken kuru tezekleri duvardan alıp istifleyen komşu kadınla konuşuyorlardı. Sahibali Pulad'ın annesine sordu: - Pulad nerde? - Pulad keçiyi kıra çıkardı; evde yok. Pulad'ı tepede bulduk. Kara keçiyi salıvermiş, otlatıyordu. Kendisi de köpeğiyle birlikte bizi bekliyordu. Pulad ile Sahibali'nin ciltlerinin kabuğumun rengiyle aynı olduğunu farkettim birden. İkisi de güneşte o kadar çıplak kalmışlardı ki tenleri bronzlaşmıştı. Pulad sabırsızlıkla: - Eee, planını anlat bakalım. - Bir şeftali ağacının olmasını ister misin? - Deli misin, istemezmiyim hiç. - Gidelim öyleyse. - Keçiyi ne yapacağız? - Eve bırakalım. - Güneş batmadan getirmememi söyledi annem. - Köpeği başında bırakırız öyleyse. Pulad köpeğin başını, kulağını okşadı: - Ben dönene kadar keçiye göz kulak ol, tamam mı? Koşa koşa gittik bir bağın duvar dibine. Sahibali: - Atla haydi. - Artık planını gizlemen gerekmez. Anladım ben. Şeftali çekirdeğini ekeceğiz. - Doğru. Çekirdeğimizi bağın ucundaki sırta dikeriz. Birkaç yıl sonra biz de şeftali ağacı sahibi oluruz. Neden başka bir yere değil de buraya diktiğimizi anlayacaksın. Tepede, taşların arasında şeftali ağacı büyümez. Ağaç su ister, yumuşak su ister. - Tamam tamam, nutuk çekmeye kalkma. Yukarı çıkıp bakayım bir, bahçıvan gelmiş mi? Bahçıvan henüz şehirden dönmemişti. Pulad ile Sahibali bağın bir köşesinde toprağı kazdılar. Beni açtıkları çukura yerleştirdiler, üstümü kapatıp gittiler. Karanlık ve nemli toprak beni sardı, sıkıştırıp vücuduma yapıştı. Tabii o zaman yeşeremezdim. Yeşerme gücü kazanmam için bir süre geçmeliydi. Toprağa işleyen soğuktan kış geldiğini, toprağın karla kaplandığını anladım. Yarım karış mesafeye kadar toprak donmuştu ama toprağın altı beni üşütmeyecek, dondurmayacak kadar sıcaktı. Böylece geçici bir süre için hareketsiz kaldım, toprağın altında tatlı bir uykuya yattım. Bahar gelince güçlenerek uyanmak, yeşermek, topraktan çıkmak ve Sahibali ile Pulad için bol meyvalı bir ağaç olmak için uyudum. İri, sulu ve utangaç güzel kızların yanakları gibi şeftalileri olan bir ağaç olmak için. Kışın gördüğüm rüyalardan pek fazla bir şey hatırlamıyorum. Ama sadece bir düşümde büyük bir ağaç olduğumu, Pulad ile Sahibali'nin üstüme çıkıp dallarımı salladıklarını, köyün tüm çıplak çocuklarının yanıma toplandığını, şeftalilerimi havada kapıştıklarını, lezzetle yediklerini, ağızlarından akan suların göbeklerine kadar süzüldüğünü gördüm. Kel bir çocuk durmadan Pulad'a sesleniyordu: "Pulad. Yediklerimizin adı neydi, söylemedin. Eve dönünce büyükanneme ne yediğimi söylemek istiyorum. Çok yedim, ama o kadar lezzetliydi ki hâlâ doymadım. Yine yiyebilirim, yine yiyebilirim." Üstlerinde hiçbir şey olmayan iki çocuk daha vardı. Ağızlarına, burunlarına, bülülerine sinek üşüşmüştü. Çocuklar ellerine kocaman kocaman şeftali almış, zevkle ısırıp "ıh ıh" diyorlardı. Bu düşlerimden biriydi. Son olarak badem çiçeğini gördüm düşümde. Hasta ve baygın yatarken yumuşak bir ses geldi birden. Sesle birlikte tanıdık kokuların toprağa girmekte olduklarını hissettim. Şöyle diyordu bir ses: "Badem çiçeği, gel kokunu güzel şeftalinin yüzüne sür. Yine uyanmazsa yüzüne, vücuduna sür ellerini. Güzel kokuyu iyi alır. Her ne ise işte, en kısa zamanda uyandır. Filizlenip yeşerme zamanı. Bütün çekirdekler uyanıyor." Üstümde ve yüzümde hareket eden badem çiçeğinin elleriyle kokusu öyle hoştu ki hep uyumak istiyordum. Ama olmadı. Uyandım. Tekrar uyur gibi yapmak istediğimde badem çiçeği: "Artık nazlanma canım. Karnında yaşam tohumu var, yeşermeye, büyümeye, meyva vermeye karar verdin, öyle değil mi?" dedi. Badem çiçeği güzel bir gelin gibiydi. Beyaz ve tertemiz kardan bir elbise giymişti ve dudakları tomurcuklanmıştı. Ben tabii kar görmemiştim. Şeftaliyken annemden öğrenmiştim karın nasıl bir şey olduğunu. Badem çiçeğinin önce kimle konuştuğunu, kimin onu başıma gönderdiğini bilmek istiyordum. Badem çiçeği kollarını boynuma attı, beni öptü ve gülerek "Ne kadar iri cüsselisin! Kucağıma sığmıyorsun!" dedi. Sonra baharın buraya geldiğini, yeşerip filizlenme zamanının yaklaştığını söyledi. Bahar ismini duyunca uyuyordum da uyanıverdim sanki. Baharın gelip gittiğini ve henüz kabuğumu yaramadığımı sanıyordum. Bu düşünceler içinde uykumdan sıçradım. Baktım, karanlık ve ıslak toprak beni kucaklamış naz yapıyor. Kabuğum dışardan ıslaktı ve içerisi terlemişti. Yüzümden su zerreleri dökülüyor, her yanımı sarıyor, bedenime işleyip toprağa gidiyordu. Etrafımda birkaç bitki tohumu vardı ve köklerini yayıyorlardı. Biri basbayağı boy atmış, sanırım topraktan dışarı çıkmıştı. İncecik kökleri başlarını o yana bu yana çeviriyor, gıda ve su zerreciklerini emiyor, bir yerde toplayıp yukarı gönderiyorlardı. Tanımadığım bir başka bitki tohumu da küçük küçük kök salmış, başını eğmiş, sabırla usul usul toprağı deliyor, yukarılara çıkıyordu. İki gün sonra güneşin doğuşunu izlemeye karar vermişti. Vücudumun tam altından başka bir kök geçiyor; ilerlerken hep gıdıklıyordu beni. Su kenarındaki badem ağacına ait olduğunu söylüyordu. Badem kökleri de var gücüyle toprağın nemini ve gıda taneciklerini emip içine alıyordu. Üstüme akan su, toprağın üstündeki kara aitti ve birkaç gün sonra kesildi. Bir gün bir hışırtı duydum. Bir grup kara ve akıllı karınca yanıma gelip beni ısırmaya başladılar. Karıncalar güneşin sıcaklığını, bahar kokusunu toprağa getirmişlerdi. Isırmalarından tünel açtıklarını anladım. Bir süre daha beni ısırmaya devam ettiler ama beni delemeyeceklerini anlayınca yollarını değiştirip başka yöne doğru tünel açmaya koyuldular. Toprağım üstüne çıkıp ağaç olacağım zamana kadar bir daha görmedim onları. O kadar su içmiştim ki şiştiş şiştim ve sonunda kabuğum parçalandı. Sonra minicik beyaz kökümü kabuğumdaki aralıktan dışarı gönderip toprağa sapladım. Böylece gelişip kök salacak ve dik durup boy atabilecektim. Sonra minik gövdemi gönderdim dışarı. Başını eğip yukarıya doğru toprağı delmesini, boy atmasını ve güneşi bulmasını öğrettim ona. Minik gövdemin ucunda küçücük bir filizim vardı. Topraktan çıktığımda ondan yapraklı bir gövde oluşturacaktım. İyice kök salıp yiyecek toplayacak hale gelene kadar depoladığım besinleri yiyor, minik köklerimi ve küçücük gövdemi bunlarla besliyordum. Toprakta boğulmayacağım kadar hava vardı. Dışarının sıcağı yine giriyordu toprağa. Bu sıralarda artık yorgun değildim. Önceleri kendi içimde gelişmiştim. Kendimi yok edip yeni bir şey olmuştum. Tabii çekirdek olduğum zamanlar her şeyi tam olan bir çekirdektim; serpilip hareket edemiyordum. Ama ağaç olmak istiyordum artık. Çok eksiği olan bir ağaçtım ve gelişip serpilecek çok yerim vardı. Düşünüyordum kendime kendime: Tam bir çekirdekle eksik bir ağaç arasındaki fark, tam çekirdeğin çıkmaza girdiği ve değişmediği takdirde çürüyeceği, eksik ağacın ise önünde çok parlak bir geleceği olduğuydu. Her şey saniye saniye değişiyordu. Bu değişimler üstüste gelince ve belirli bir aşamaya varınca artık bunun o eski şey olmadığını, bambaşka bir şey olduğunu hissederiz. Örneğin ben artık bir çekirdek değil, bir ağaç şeklini almıştım. Minik köklerim ve gövdem vardı; filizlerim, sarı sarı yaprakçıklarım vardı. İki çeneğim arasına, başımın üstüne toplamıştım bunları ve sürekli boy atıyordum. Topraktan çıktığım vakit yaprakçıklarımı güneşe tutmak istiyordum. Böylece güneş yapraklarıma yeşil renkler verecekti. Bol tomurcuklu, sulu şeftalileri olan, çiçekli dalları olan bir şeftali ağacı düşü kuruyordum. Küçücük bir ağaçtım; yine de önümde ne parlak bir gelecek vardı!.. Ceviz iriliğinde bir taş yolumu kesmişti ve yukarı çıkmama izin vermiyordu. Onu delemeyeceğimi anlayınca ister istemez çevresinden dolanıp yukarı çıktım. Yukarı çıktıkça güneşin sıcaklığını hissediyor, daha da güneşe doğru uzanıyordum. Şimdi artık toprak üstündeki otlar arasında hareket ediyordum. Sonunda güneşin ışığının az çok toprağı aydınlattığı bir yere geldim. Üstümde incecik bir kabuktan başka bir şey kalmadığını anladım. Birkaç saat sonra bir baş darbesiyle toprağı yardım ve beni karşılamaya gelen ışığı ve sıcaklığı gördüm. Şimdi toprağın üstündeyim. Bu toprak annemin annesi, benim annem, tüm canlı varlıkların annesiydi. Oradaki toprak yığınında beyazlara bürünmüş badem ağacı güneşin altında parlıyordu. O kadar mutluydu ki beni de yürekten mutlu etti. Selam verdim. Badem ağacı: "Selam ay kadar güzel yüzüne, canım. Toprak üstüne hoş geldin. Yer altından ne haber?" Çalılar boy atıp gölge salarken benim hâlâ iki açık yeşil yaprağım vardı ve yeni yeni başımı dik tutabiliyordum. Bir gün Pulad ile Sahibali yanıma geldiler. On, on iki yeşil yaprağım vardı. Boyum kimi bitkilerden daha uzundu ve çalı da benden uzundu. O kadar hızlı boy atıyorlardı ki şaşırıp kalıyordum. İlkin, birkaç güne kadar badem ağacını da geçeceklerini sandım. Ama toprakta sağlam köklerinin olmadığını anladığım zaman "Bunlar kısa zamanda solup yok olacaklar" dedim kendi kendime. Pulad ile Sahibali beni görünce sevindiler. "Bu ağaç artık bizim malımız." dediler. Çaydan birkaç avuç su getirdiler ve dibime doğru döküp gittiler. Galiba bahçıvan o yakınlardaki tarhları suluyordu. Bel sesi duyuluyordu çünkü. Bahar sonlarına doğru çalıların artık büyüyemeyeceklerini gördüm. Çiçek açıp tanelerini saçıyor ve yavaş yavaş sararıyorlardı. Yaz geldiğinde ben de onların boyundaydım ama henüz dalım yoktu. Biraz daha boy atıp dal vermek istiyordum. Pulad ile Sahibali sık sık yanıma geliyor ve bazen bir süre oturup benim geleceğim ve kendi planları hakkında konuşuyorlardı. Bir gün de kocaman, pırıl pırıl parlayan kızıl bir yılan getirmişlerdi. Sopa ile yılanın beynini dağıtmışlardı anlaşılan. Toprağı yarım metre kazıp yılanı oraya gömdüler. Pulad ellerini çırparak "Çok keyifli olacak!" dedi. Tabii, maksadı bendim. Sahibali "Bir yılan birkaç misli gübreye bedeldir" dedi. Pulad: - Sanırım seneye ilk meyvasını yeriz. Sahibali: - Bilmem. Şimdiye kadar ağacımız olmadı ki. Pulad: - Olsun. Duyduğuma göre şeftali ağaçları çabuk meyva verirmiş. Ben de biliyordum bunu. Annem iki yaşındayken iki şeftali vermiş. Şeftalilerim büyüyüp olgunlaştığında ne şekil alacaklarını merak ediyordum. Şeftalilerin vücudumdaki özsuyunu nasıl emeceklerini görmek için en kısa zamanda meyva vermek istiyordum. Şeftalilerimin ağırlık etmesini ve yere değecekmiş gibi dallarımı eğmelerini istiyordum. Vücudumda incecik borular oluşturmuştum. Köklerimin yerden aldığını bu borular yukarılara gönderiyordu. Sonbahar ortalarına doğru bu boruları birkaç yerden düğümledim ve köklerim artık yukarıya özsuyu göndermez oldu. Böyle olunca besinini alamayan yapraklarım sararmaya başladı. Ben de kuyruklarını kestim. Rüzgar esince yapraklarım yere düştü ve çırılçıplak kaldım. Her yaprağın kuyruğunun köküne küçücük bir düğüm atmıştım. Gelecek baharda bu düğümlerin her birinden bir filiz ve dal vermeyi planlıyordum. İlk meyvamı da düşünmüştüm. Annem gibi iki yaşında meyva vermek istiyordum. Tam anımsamıyorum, bedenimde dört beş düğüm vardı. Bunlardan tomurcuk ve çiçek vermeyi düşünüyordum. Hep çiçeklerimi düşünmeyi seviyordum. Hava soğudukça beni bir uykudur alıyordu. Yere kar düşüp de toprak donunca derin bir uykuya daldım. Pulad ile Sahibali etrafıma çuval parçaları koymuşlardı. Hâlâ ince ve yumuşak bir kabuğum vardı ve kışın her taraf don tuttuğunda tavşanlar için leziz bir yiyecek sayılırdım. Üstelik soğuk almam da mümkündü. O zaman bahar gelince yeniden kökten yeşerip büyümem gerekirdi. Bahar gelince her şeyden önce köklerim uyandı, sonra özsuyu gelince gövdem uyandı. Filizlenip kımıldanıp şiştiler. Topraktan vücuduma gelen su vücudumun her organını uyandırıyor ve harekete zorluyordu. Filizlerimde minik minik yapraklar oluşturuyordum. Filizlerim baş verdiğinde bunları büyütüp genişletecektim. Şimdi goncalarım arpa büyüklüğünde, hatta biraz daha büyük olmuştu. Bana kala kala üç gonca kalmış, diğerlerini obur bir serçe gagalayıp yemişti. Üç çiçek açtım. Ama işin ortasına gelince üçünü de büyütemeyeceğimi anladım. Çiçeklerimden biri solup düştü. İkincisi badem haline gelmişti. Ona da besin gönderemedim. İkinci çağlam da soldu ve rüzgar esip yere düşürdü. Bunun üzerine tüm gücümü toplayıp eşi benzeri olmayan bir tanecik şeftalime göndermeye başladım. Herkesin bunu görüp gözlerinin fal taşı gibi açılmasını, bu şeftaliyi yiyenin bir daha ağzına başka meyva almamasını istiyordum. Çiçek açtıktan birkaç gün sonra çiçek yapraklarımı döktüm ve çiçeğimin çanağı içindeki meyvamı beslemeye, büyütmeye başladım. Sonunda çiçek çanağım çatladı ve çağlam ortaya çıktı. Şeftalim tepeme yakın bir yerdeydi. Daha çağlayken bile beni birazcık eğdi. İstediğim gibi bir şeftali yaptığımda belimin eğileceğini, belki de kırılacağını düşünüp kaygılanıyordum. İster istemez katlanacağım bu zorluklara rağmen şeftalimin solup dökülmesine asla razı değildim. Doğrusunu isterseniz, gelecek yıllarda şeftalilerimin sayısını bine çıkarmayı planlıyordum. Bu nedenle daha ilk şeftalide kendimi denemeliydim. Çocukların yakınımda toprağa gömdükleri yılan parçalanmış ve toprağı güçlendirmişti. Bu yılan yüzünden bayağı bayağı dallanıp budaklanmıştım. Pulad ile Sahibali bu günlerde pek az yanıma geliyorlardı. Sanırım babalarının yanında tarlaya veya hasat ve harman yapmaya gidiyorlardı. Ama bir gün beni görmeye geldiler ve ellerindeki sopayı yanımda toprağa gömdüler ve beni ona bağladılar. Galiba o gün Pulad birdenbire "Sahibali!" demişti: Sahibali: - Ne var, söyle! Pulad: - Bahçıvan olacak bu köpoğlu bizim ağacı bulmasın sakın!.. Sahibali: - Bulsa ne olacak sanki? Pulad bir şey demedi. Sahibali: - Hiçbir halt edemez. Ağacı biz dikip yetiştirdik. Meyvası da bizimdir. Pulad düşünceye dalmıştı. Sonra: - Yer bizim değil ama. Sahibali: - Yine de bir halt edemez. Yer, onu ekenin malıdır. Ağaç diktiğimiz şu ufacık yer bizim malımızdır. Pulad cesaretlendi: - Evet ya, bizim malımız. Bir halt ederse, yakarız bütün bahçeyi. Sahibali çıplak ve güneşten yanmış göğsünü yumruklayarak: - Ölürüm de yaşatmam onu. Bahçesini yakar, kaçarız. O gün Pulad ile Sahibali o sopayı bana bağlamasalardı, geceleyin mutlaka kırılırdım. Çünkü gece fırtına çıkmış, bütün dalları, yaprakları birbirine katmıştı. Sabahleyin bademin birkaç dalının kırıldığını gördüm çünkü. Günler günleri kovalıyor ve ben var gücümle şeftalimi irileştiriyor, irileştiriyor, yanakları kızarsın ve sıcak etine işlesin diye güneşte tutuyordum. Kızım vücuduma sımsıkı yapışmış, öyle emiyordu ki bazen vücudum sızlıyordu. Ama hiç kızmıyordum ona. Şimdi anne olmuştum artık ve güzel mi güzel bir kızım vardı. Sahibali ile Pulad benimle öyle ilgilenir olmuşlardı ki bahçedeki diğer ağaçları unutmuşlardı adeta. Geçen yıllarda olduğu gibi annemin şeftalileri için pusuya yatmıyorlardı. Ben kendimi onların biliyor, vaktiyle beni yedikleri gibi şeftalim olgunlaştığı zaman onu da koparıp afiyetle yemelerine hak veriyordum. Bahar başlarıydı. Bir gün Pulad tek başına yanıma geldi; çok üzgündü. İlk kez onlardan birini tek başına görüyordum. Pulad önce suladı beni; sonra otlara oturup yavaş yavaş bana ve şeftalime "Şeftali ağacım, güzel şeftalim. Neler oldu biliyor musun? Neden bugün yalnızım, biliyor musun? Evet, bilmiyorsun. Sahibali öldü. Yılan soktu onu.... "Yaşlı Boncuk Nine" sabaha kadar başında durdu. Sanırım elinden bir şey gelmiyordu. Söylediği bütün ilaçları Sahibali'nin babası ile birlikte kırlardan, dağlardan topladık ama Sahibali yine iyileşmedi. Zavallı Sahibali!..Niye beni yalnız bıraktın bilmem ki?..." Pulad ağlamaya başladı. Sonra tekrar konuştu: "Birkaç gün önce, öğleyin kırdan dönerken tepede rastlaştık. Yılan yakalayıp getirmeye karar verdik, hani geçen yıl da toprağını güçlendirsin diye buraya gömmüştük ya... Yılanlar Vadisi'ne gittik. Yılanlar Vadisi'nde istemediğin kadar yılan vardır. Vadinin bir tarafında dağ var. Dağ bir parça kayadan oluşmuş. Hayır; irili ufaklı binlerce taşın gökten yağıp biriktiğini düşün. Yılanların yuvası var taşların arasında. Sıcaktan vücutları ısınınca dışarı çıkarlar. Bizim tarla, komşumuzun tarlası, Sahibali'nin dayıoğlunun tarlası ve birkaç kişinin daha tarlası Yılanlar Vadisi'nde. Her taraftan yılan ıslıkları duyulur. "Sahibali'yle dağın aşağılarında taşların arkalarına bakıyor ve sana semiz bir yılan bulmak için sopalarımızı yılan deliklerine sokuyorduk. Yine böyle çıplaktık. Üstümüzde sadece bir pantolon vardı. Sırtımız o kadar ısınmıştı ki yumurta koysan pişerdi. Bir taştan öbür taşa atlarken birden Sahibali'nin ayağı kayıp sırtüstü yere düştü ve yere düşmesiyle vadide bir çığlığın yankılanması bir oldu. Sahibali sırtüstü yatarken bir yılan üstüne çıkıp çöreklenmişti. Sahibali bir çığlık daha attı ve oradan vadinin dibine, toprak üstüne düştü. Artık yılana göz açtırmadım. Önce kafasına indirdim sopayı, sonra karnına; bir kere daha vurdum başına. Karnında iki fare ile bir serçe vardı. "Sahibali baygın yatıyor ve sesi soluğu çıkmıyordu. Sopası bir yerlere düşmüştü. Yılanın soktuğu yer kızarmıştı. Yılan ayağını veya elini soksaydı, ne yapacağımı biliyordum. Ama sırtının ortasına ne yapabilirdim? Çaresiz, Sahibali'yi omuzuma alıp köye getirdim. "Yaşlı Boncuk Nine" sabahleyin mezar başındayken anneme, Sahibali'yi hemen ona getirseymişim ölmeyeceğini söylüyordu. Ama Sahibali'yi nasıl daha erken yetiştirebilirdim ki? Şeftali ağacı, sen de bilirsin, Sahibali benden ağırdı. Bir eşeğim olsaydı ve geç kalsaydım, o zaman "Boncuk Nine" geciktiğimi söylemekte haklı olabilirdi. Ne gelirdi elimden?..." Pulad yine ağlamaya başladı. Sahibali ile Pulad'ı çok ama çok sevdiğimi hissediyordum şimdi. Bundan böyle Sahibali'yi bir daha göremeyeceğimi düşündüğümde neredeyse üzüntümden tüm yapraklarımı döküp sonsuza dek kuruyacak ve tomurcuk vermeyecektim. Pulad ağlamasını bıraktı: - Artık köyde kalamam ben. Nereye gitsem Sahibali karşımda canlanıyor ve üzülüyorum. Dağa giderken, keçiyi kırda otlatmaya götürürken, taşlara elimi sürerken, hayvan dışkıları üstünde yürürken, ot yolarken, damlara çıkarken hep Sahibali gözümde canlanıyor. Sanki hep beni çağırıyor: Pulad!... Pulad!... Evet şeftali ağacı; bu sesi duyacak gücüm kalmadı. Şehre gidip dayımın yanında bakkal çırağı olacağım. Sahibali'nin yaşaması için ne yapmalıydım, bilmiyorum. Onun gibi düşüp ölmemek için ne yapmam gerek, onu da bilmiyorum. Ben küçüğüm, aklım hiçbir şeye ermiyor. Tek bildiğim, artık köyde kalamayacağım. Ben gidiyorum şeftali ağacı. Şeftalini sana bırakıyorum. Pulad kalkıp gideceği sırada şeftalimi ayağının önüne düşürdüm. Pulad şeftaliyi aldı, kokladı, sonra tozlarını sildi. Tepeden aşağı eliyle okşadı beni ve çekip gitti. Ertesi yıl boy atmış, dallanıp budaklanmış, iyice serpilmiştim. Yirmi otuz çiçeğim vardı. Başımı dik tutabiliyor, öteye beriye uzanıp bahçenin diğer taraflarını seyredebiliyordum. Bir gün böyle bakınıp dururken bahçıvan farkedip yanıma geldi. Sevinçten ne yapacağını bilmiyordu. Yaprak ve çiçeklerimin şeklinde kimin çocuğu olduğumu anladı. Hiç zahmet çekmediği halde bahçesinde güzel bir şeftali ağacı bitmişti. Para uğruna köylüleri kendine düşman eden zengin bir adamın uşaklığını yapan bahçıvan eline düşmüştüm ya; buna çok üzülüyordum. On onbeş şeftali vermiştim. Ama şeftalilerimin kime nasip olacağını düşündükçe kendimden nefret ediyordum. Beni Pulad ile Sahibali dikip büyütmüştü. Şeftalilerim de onların hakkıydı. Bir gün bir fikir geldi aklıma. O gün şeftalilerimi dökmeye başladım. Bahçıvan durumu farkettiğinde dalımda hiç şeftali kalmamıştı. Yerimin kötü olduğunu düşündü ve yüksek sesle "Seneye yerini değiştiririm. Böylece hem iyi su alırsın hem iri ve güzel şeftaliler verirsin." dedi. Ertesi bahar köklerimi uyandırdığımda tüm düzenimin bozulduğunu, bazılarının kuruduğunu, bazılarının da yolunduğunu gördüm. Tabii sağlam kalan köklerim az değildi. İlkin sağlam olan köklerimi nemli toprağa daldırdım, sonra yeni yeni kökler çıkartıp çevreye gönderdim. Sonra filizlenme, yaprak ve tomurcuk verme düşüncesine kapıldım. Derken annemi tanıdım. O günden beri ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Bahçıvan bir türlü benden meyva alamadı. Bundan sonra da alamayacak. Ben ona itaat etmiyorum. Şimdi aklı sıra beni korkutmaya, testereyle kesmeye, yıldırmaya çalışıyor. Samet Behrengi
| |
| | | AyMaRaLCaN
Mesaj Sayısı : 734 Rep Puani : 0 Kayıt tarihi : 26/10/10
| Konu: Geri: Azerbaycan Masalları-Azerbaycan Nağılları Cuma Ara. 23, 2011 12:06 pm | |
| Tülkü ve Keklik
Bir keklik dağ başında oxuyurdu. Tülkü onun sesini eşidib yanına geldi ve dedi: - Ay keklik, sen ki, beyle gözel quşsan ve beyle gözel sesin var, eyle her zaman oxuyursan? Sen heç yuxulayıb yatmırsan? Keklik dedi: - Niye yatmıram, elbette ki, yatıram. Tülkü dedi: - İndi ki, beyledir, bir mene göster görüm nece yatırsan?
Keklik yatmağını tülküye göstermek üçün gözlerini yumdu. Tülkü celd atılıb onu dutdu. Keklik gördü ki, tülkü onu aldadırmış. Ax-maqlık edib onun hiylesine inanıpdır. Başını tül-künin ağzından çıxarıb dedi: - Ay tülkü baba, sen ki, bele bacarıqlı ve bele qolaylıqla ovunu dutursan, sen heç yeyende Allah'a şükür edirsen? Tülkü cavab verdi: - Nece etmirem, elbette ki, edirem. Keklik dedi: - İndi dutax ki, sen meni yemisen, bir Allah'a şükür et, görüm nece edirsen? Tülkü ağzını açdı ki, şükür etsin, keklik bir anda uçub qondu bir qayanın üstüne. Tülkü veziyeti beyle görüb dedi: - Keklik qardaş, sen ki, menim ağzımdan qur- tuldun, get, ama lenet olsun o adama ki, ovunu ye memiş Allah'a şükür edir. Keklik cavabmda dedi: - Yaxşı deyirsen tülkü baba, o adama da lenet olsun ki, yuxusu gelmemiş gözlerini yumub yatmaq isteyir. | |
| | | AyMaRaLCaN
Mesaj Sayısı : 734 Rep Puani : 0 Kayıt tarihi : 26/10/10
| Konu: Geri: Azerbaycan Masalları-Azerbaycan Nağılları Cuma Ara. 23, 2011 12:07 pm | |
| Şengülüm, Süngülüm, Mengülüm Biri var imiş, biri yox imiş, Allah'dan başqa heç kim yox imiş. Bir keçi var imiş, bu keçinin de üç balası. Birinin adı Şengülüm,birinin adı Süngülüm, birinin de adı Mengülüm. Bu keçi her gün gedib meşede ve çölde otlarmış. Balaları da qapıları bağlayıb evde oturarmışlar. Keçi otlamaqdan dönende qapının arxasından çağırarmış: Şengülüm, Süngülüm, Mengülüm! Açın qapıyı, men gelim! Ağzımda su getirmişem, döşümde süd getirmişem, buynuzumda ot getirmişem. Bunu eşiden kimi balaları sevinib tez qapıyı açırmışlar ve anaları onları doyuzdurub yene gedermiş çöle otlamağa.
Bir gün keçi gedince qurd gelib durur qapının dalında ve başlayır çağırmağa: Şengülüm, Süngülüm, Mengülüm! Açın qapını, men gelim! Ağzımda su getirmişem, döşümde süd getirmişem, buynuzumda ot getirmişem. Balaları eyle bildi ki, bunları çağıran analarıdır. Tez qapını açdılar. Qurd içeri girib Şengülümü, Süngülümü tutub yedi. Ama Mengülüm qaçıb evin bir bucağında gizlendi. Qurt onu görmedi.
Keçi düzü, çimeni otlayıb döndü evine ve hemin sözler ile başladı balalarını çağırmağa. Ama içeriden bir kes ona cavab vermedi. Nece defe Şengülüm, Süngülüm deyib çağırdısa da, ona cavab veren olmadı ve qapı açılmadı.
Âxirda özü qaranlıq bir bucaqda Mengülümü gördü. Başlarına geleni Mengülüm anasına söyledi. O zaman keçi çıxtı dovşanın damının üstüne ve ayaqları ile damı döydü. Tovşan içeriden seslendi: O kimdir? Keçi cavab verdi, menem, balalarımı sen mi yemisen? Tovşan cavab verdi ki, yox men yemedim, get tülküden xeber al. Keçi getdi, çıxdı tülkünün damının üstüne ve başladı ayaqları ile döymeye. Tülkü içeriden seslendi: O kimdir, menim damımın üstüne çıxıb? Keçi dedi, menim balalarımı sen mi yedin? Tülkü cavab verdi, yox men yemedim, get qurddan xeber al. Keçi getdi çıxdı qurdun damının üstüne. Bu vaxıt qurdda bir qazan aşı ocağın üstünde bişirirdi. Keçi damını döyende bunun aşının içine torpak döküldü. Qurt bağırdı: O kimdir damım üste toz töker samım üste? Aşımı şor eyledi, gözümü kör eyledi. Keçi cavab verdi: Menem, menem, men paşa, boynuzum qoşa-qoşa. Çıx dışarı, savaşa! Qurd dışarı çıxdı ki, görsün ne var. Keçi dedi: Sen menim balalarımı yemisen, gelmişem seninle savaşam. Qurt istedi boynundan atsın, ama atabilmedi ve keçi ile sert qoydular ki, her ikisi bir yerde qazıya şikayet etsinler. Keçi getdi evine, bir kasa qatıq çaldı ve bir desterxan yağlı çörek bişirdi ki, qazıya pay aparsın. Qurd da bir torbanın içine üç-dört noxut denesi saldı, üfürüb içini yel ile doldurdu. Ağzını möhkem bağlayıb özü ile getirdi. Geldiler qazının huzuruna. Qazı keçinin payına baxdı ve çok beyendi. Sonra qurdun getirdiyine baxdı. Açıb baxınca noxudun biri atılıb qazının bir gözünü çıxardı. Qazı işi bele kesdi ki keçi ile qurd savaşsınlar ve qurda da bir buynuz hazırlansın. Qazı keçinin buynuzunu daha da keskin etdi. Ama qurda da çürük bir ağaçdan bir buynuz düzeltdi. Keçi ile qurd başladı savaşmağa. Bir iki defe vuraşandan sonra qurdun buynuzu qırıldı ve keçi vurub onun qarnını yırtdı. Qurd bağırdı: Vay bağırsağım, vay! Keçi cavabında dedi: Şengülümü, Süngülümü yemeyeydin! Vay bağırsağım demeyeydin! | |
| | | AyMaRaLCaN
Mesaj Sayısı : 734 Rep Puani : 0 Kayıt tarihi : 26/10/10
| Konu: Geri: Azerbaycan Masalları-Azerbaycan Nağılları Cuma Ara. 23, 2011 12:08 pm | |
| Bebek ve küçük çocuklara söylenen bir ninni.
Laylay
Laylay dedim yatasan Qızıl güle batasan Gül yastığın içinde Şirin yuxu tapasan
Laylay gözüm ağlama Üreyimi dağlama Yat yuxun şirin olsun Yuxuma taş bağlama
Laylay dedim hemişe Karvan geder yenişe Yastığında gül bitsin Döşeğinde menövşe
Laylaya gelin bala Yuxusu derin bala Tandıdan ehtim budu Toyunu görüm bala
Laylay dedim günde men Qölgedesen günde men İlde bir kurban olar sene kurban günde men
Laylay ekmeğim bala Tuzum çöreyim bala Gezlerem yekelesen Görüm kömeyin bala
Üzeyir Hacıbeyov | |
| | | AyMaRaLCaN
Mesaj Sayısı : 734 Rep Puani : 0 Kayıt tarihi : 26/10/10
| Konu: Geri: Azerbaycan Masalları-Azerbaycan Nağılları Cuma Ara. 23, 2011 12:08 pm | |
| Pıspısa Xanım
Biri var imiş, biri yox imiş. Bir Pıspısa xanım var imiş.Bir gün bu Pıspısa xanım, bezendi-düzendi, öz evinin qapısına çıxıb dedi:
- Ere gedirem, ere gedirem, Er olmasa, gora gedirem.
Bir odunçu gelib keçende Pıspısa xanımı görüb dedi: - Mene gelersenmi?
Pıspısa xanım dedi: -Meni ne ile döyersen?
Odunçu dedi: -Balta ile vuraram, ezilersen!
Pıspısa xanım dedi: -Yeri, yeri, men senin tayın deyilem!
Odunçu getdi. Pıspısa xanım yene başladı:
-Ere gedirem, ere gedirem, Er olmasa, gora gedirem.
Bir de gördü ki, bir kürekçi gelir. Kürekçi dedi: -Pıspısa xanım, mene ere gelersenmi?
Pıspısa xanım dedi: -Meni döyende ne ile döyersen?
Kürekçi dedi: -Bir kürek çalaram, xıncın-xıncın olarsan!
Pıspısa xanım dedi: - Yeri, yeri men senin tayın deyilem!
Kürekçide getdi.
Yene Pıspısa xanım dedi:
-Ere gedirem, ere gedirem, Er olmasa, gora gedirem.
Bu halda bir sıçan oradan keçirdi. Gördü ki, Pıspısa xanım bezenib-düzenib, özüne zinet verib, evinin qapısına çıxıb.
Al xaradan don geyib eynine, Ucunu qatlayıb salıb çiynine. Tökübdür üzüne qara tellerin, Yuyub tertemiz, aparı ellerin. Çekib gözlerine qara sürmeler, Salıb başına erbeler, tirmeler. Xuraman-xuraman ki, reftar edir. O reftara servi giriftar edir. Soluna baxır, gah baxır sağına. Baxır gah qolundaki qolbağına, Durub her yanı sürür naz ile, Deyir bu sözü xoş bir avaz ile: -Ere gedirem, ere gedirem, Er olmasa, gora gedirem.
Siçan Solub bey geldi Pıspısa xanımın yanına, dedi:
- Salam-eleyküm, Dozanqurdu Düzxatun, Pıspısa xanım, sevqili canım, ruhi-revanım, canu-cananım, tabu-tevanım! Kefin halın? Hemişe belece kefde, gezmakde, seyri-sefada olasan!
Dozanqurdu Düzxatun gözünün altından Siçan Solub beye baxıb gördü, amma ne Siçan Solub bey!
Geyib eynin cübbe sencabdan, Bezenim düzenibdi her babdan, Atıb dalına quyruğun şir kimi, Qulaqların dik tutub, tir kimi. Gelir eda ile, bilmirsen kimdi bu. Yuvadan çıxıb naz ile yol gedir, Gah sağ gedir yolda, gah sol gedir, Döş ağ, gözü qara, arxası boz. Dişi incitek, ağzına yoxdur soz. Qara gözlerin süzdürür her yana, Çekir burnun ki, iy-miy qana.
Dozanqurdu Düzxatun dedi:
-Ay eleykessalam, Sıçan Solub bey, top qarabirçek, dişleri mixek, qıçları direk, hamıdan göyçek, dexi ne demek? Halın, kefin kökdürmü? Damağın çağdımı, canın- başın sağdımı?
Siçan Solub bey dedi:
-Sağ ol, Pıspısa xanım, ezizim-canım,mene gelersenmi?
Pıspısa xanım dedi: -Meni döyende ne ile döyersen?
Siçan Solub bey dedi:
-Seni döymerem, döysem de quyruğumu qelem eylerem, batıraram xanımların sürmedanına, gözüne sürme çekerem.
Dozanqurdu Düzxatun Siçan Solub beye ere getmeye razılıq verdi. Toy elediler.
Siçan Solub bey Pıspısa xanımı alıb apardı öz evine. Bir müddet yaxşıca yeyib-içib kef elediler.
Bir gün Siçan Solub bey Pıspısa xanıma dedi:
-Sen otur evde, men gedim şah evine, sene noğul-nabat, havla ve her cür şirniyyat getirim. Yığ yanına, könlün istedikce at azgına, ye.
Dozaqurdu Düzxatun dedi:
-Get, amma tez gel. Sensiz damın altında tek otura bilmirem, qorxuram.
Siçan Solub bey dedi:
-Qorxma, tez gelerem.
Pıspısa xanım oturdu, oturdu, qerarı tutmadı. Fikirleşdi ki, Siçan Solub bey gelince durum onun paltarını aparıb Deveizi gölünde yuyum, serib qurudum, gelende verim, geysin eynine ki, üst-başı temiz olsun.
Siçan Solub beyin paltarını götürüb apardı yumağa.
Amma yuyanda ayağı sürüşüb düşdü Deveizi gölüne. Sağa dolandı, şap düşdü, sola dolandı, şup düşdü, ne qeder elleşdise, çıxa bilmedi. Her ne qeder çapaladısa, qurtara bilmedi. Deveizi gölünde az qaldı, çox qaldı, gördü ki, bir neçe atlı gedir. Başladi çağırmağa:
Tapir-tuppur atlılar, Qolları bazbatlılar, Şah evine gedersiz, Siçan beye deyersiz: Pıspısa püste xanım, Dabanı xeste xanım, Düşüb Deve gölüne, Boğulur beste xanım.
Atlılar o yana, bu yana baxdılar, heç kesi görmediler. İstediler getsinler, Pıspısa xanım yene hemin sözleri ile onları çağırmaya başladı. Atlılar baxıb gördüler ki, onları çağıran bir dozanqurdudur, Deveizi gölünde boğulur.
Dozanqurdu Düzxatun dedi:
Gedin deyin Siçan beye, Börkü delik Solub beye: Saçı uzun saray xanım, Donu uzun daray xanım, Dozanqurdu Düzxatun Paltar yuduğu yerde Düşüb Deve Gölüne, Özünü tez yetirsin, Meni buradan qurtarsın!
Atlılar çox teeccüb edib getdiler şah evine, orada gördüklerini nağıl elediler. Bu vaxt Siçan Solub bey sirni sandığının içinde gezirdi, bu xeberi eşidib qaçtı, özünü tez Pıspısa xanıma yetirdi.
Gelib gördü ki , Pıspısa xanım Deveizi gölünde boğulur. Az qalıb ki, telef olsun.
Celd elini uzadıb dedi: -Elini mene,cigerecik!
Dozanqurdu dedi: -Yeri, menciyez senden küserecik!
Siçan Solub bey yene dedi: -Elini mene, cigerecik!
Pıspısa xanım cavab verdi: -Yeri, menciyez senden küserecik!
Siçan üçüncü defe dedi: -Elini mene, cigerecik!
Dozanqurdu dedi: -Yeri menciyez senden küserecik!
Axırda Siçanın acığı tutdu, yerden bir ovuc palçıq götürüb çırpdı Dozanqurdun başına ve dedi:
-Küsereciksen, küserecik, Men de senden üz dönderecik!
Dozanqurdu elleşib birteher gölmeçeden çıxdı. Amma ne fayda, şıltaqlığının ucbatından yene tek qaldı! | |
| | | AyMaRaLCaN
Mesaj Sayısı : 734 Rep Puani : 0 Kayıt tarihi : 26/10/10
| Konu: Geri: Azerbaycan Masalları-Azerbaycan Nağılları Cuma Ara. 23, 2011 12:09 pm | |
| Hiyləgər keçi
Günlərin bir gününündə el dağdan köçürdü. Bir keçi, bir dana, bir qoyunun bundan xəbəri yox idi. Özlərini xəlvət bir yerə verib otlayırdılar. Heyvanlar bir vaxt başlarını qaldırıb gördülər ki, ləl köçüb, yurdu qalıb; bir-birilərinin üzünə baxdılar. Dana ağlayıb dedi: -Keçi qardaş, qurd gəlib bizi yeyəcək. Tez bir çarə elə. Keçi dedi: - Gedək bir daxma tapıb içində yaşayaq. Hər üçü buna razı oldu. çox gəzdilər, az gəzdilər, dana bir ayı dərisi, keçi bir qurd dərisi, qoyun da bir tülkü dərisi tapıb büründü. Bir xeyli gəzəndən sonra bir daxma tapdılar. Sevinə-sevinə içəri girib gördülər ki: bir ayı, bir qurd, bir də bir tülkü oturub söhbət eləyir. Ayı sevinib dedi: -Tülkü baba, qalx bir odun gətir. Tülkü gedib odun gətirdi. Ayı onu döşünə basıb dedi: -Dınqır sazım, dınqır sazım, bir dana yemişəm, biri də bacadan düşdü. Qurd odunu ayıdan alıb dedi: -Dınqır sazım, dınqır sazım, bir keçi yemişəm, biri də öz ayağı ilə gəldi. Sonra odunu tülkü aldı: -Dınqır sazım, dınqır sazım, bır qoyun yemişəm, birini də yeyəcəm. Bu sözü eşiden keçi qoyuna dedi: -Qalx mənə bir odun gətir. Qoyun keçiyə bir odun verdi. Keçi odunu döşünə basıb beyirdi: -Dınqır sazım, dınqır sazım, bir qurd yemişəm, dərisinə bürünmüşəm, birini də yeyəcəyəm. Odunu danaya verdi. Dana bir şıllag atıb dilə gəldi: -Dınqır sazım, dınqır sazım, bir ayı yemişəm, dərisinə bürünmüşəm, birini də yeyəcəyəm. Dana da odunu qoyuna verdi, qoyun söylədi: -Dınqır sazım, dınqır sazım, bir tülkü yemişəm, dərisinə bürünmüşəm, birini də yeyəcəyəm. Tülkü bu sözü eşidən kimi götürüldü. Onun dalınca qurd daban aldı, ayı da onlara baxıb qaçdı. Keçi yoldaşlarına baxıb dedi: -Bu kələklə ölümdən qurtardıq. Gəlin qaçıb bir yana gedək. Onlar yolda fikirləşəcək, geri qayıdıb bizi yeyəcəklər. Keçinin fikrini beyənib yola düşdülər. Bir az getdilər. Qabaqlarına bir qaya çıxdı. Dırmaşıb qayanın başına çıxdılar, orada uzandılar. Ayı, qurd və tülkü də bir xeyli qaçdılar. Sonra bir ağacın dibində durdular. O biri tərəfdən qurd dedi: -Ədə, qoyun, keçi, dana bizi yeyə bilməz. Onlar bizi aldatdılar. Qayıdın gedək, onları yeyək. Qayıdıb daxmaya girdilər, gördülər ki, lələ köçüb yurdu qalıb. Onların izi ilə gedib qayaya çatdılar. Gördülər ki, keçi, qoyun, dana qayanın başındadı. Ayı gözlərini aşağıdan yuxarı bərəldəndə dana bərk qorxdu, ayağı sürüşüb tappıltı ilə qayadan düşdü. Dananı görən keçi səsi gəldikcə bağırdı: -Dana qardaş, sən ayını bərk tut qaçmasın, biz də qurdla tülkünü tutaq. Tülkü keçinin bu sözlərini eşidən kimi qaçdı, onun dalınca qurd, qurdun dalınca ayı götürüldü.Keçi, dana, qoyun o ki var güldülər, sonra hər üçü bir-birinə qoşulub arana gəldilər. | |
| | | AyMaRaLCaN
Mesaj Sayısı : 734 Rep Puani : 0 Kayıt tarihi : 26/10/10
| Konu: Geri: Azerbaycan Masalları-Azerbaycan Nağılları Cuma Ara. 23, 2011 12:10 pm | |
| Xoruz ve Padişah Biri var imiş, biri yox imiş, Allah'dan başqa heç kes yox imiş. Bir de bir xoruz var imiş.
Bir gün xoruz peyinlikde eşelenib özüne yem arayanda bir qara pul tapdı,şad olub başladı oxumağa: - Quqquluqu! Birce şahı tapmışam! Padişah xoruzun sesini eşidib buyurdu ki gedib onun pulunu elinden alsınlar.
Şahmı xoruzun elinden alandan sonra xoruz başladı oxumağa: -Quqquluqu! Padşah mene möhtaç imiş! -Padşah buyurdu ki, xoruzun şahısını aparıb özüne versinler.
- Quqquluqu! Padşah da menden qorxar imiş! Padşah bunu eşidende xoruza hirslenib buyurdu ki, onu tutub öldürsünler.
Xoruzun başını kesende oxudu: -Quqquluqu! Ne iti bıçaq imiş!
Xoruzun başını kesince onu soxdular qaynar suya ki, tükünü yolsunlar. Gaynar qazanın içinde xoruz oxudu: -Quqquluqu! Ne isti hamam imiş!
Xoruzu qazanın içinden çıxarıb tükünü yoldular ve bişirib qoydular pilovun başına. Burada xoruz oxudu: - Quqquluqu! Ne ağca tepe imiş!
Pilovu getirdiler padşahın qarşısına. Padşah pilovu yeyende xoruz onun boğazında yene oxudu: - Quqquluqu! Ne darca küçe imiş!
Ondan sonra xoruz getdi qaranlıq yere, orada oxudusa da kimse sesini eşitmedi. | |
| | | AyMaRaLCaN
Mesaj Sayısı : 734 Rep Puani : 0 Kayıt tarihi : 26/10/10
| Konu: Geri: Azerbaycan Masalları-Azerbaycan Nağılları Cuma Ara. 23, 2011 12:10 pm | |
| Dovşanın Gulağı Niye Uzundu
Bir defe Dovşanla Goyun rast olurlar. Gerara aldılar ki, ömürleri boyu bir-birinden ayrılmasınlar. Goyun Dovşana dedi: - Gel, özümüze koma tikek. - Tikek de. Ne deyirem? Ertesi günü Dovşanla Goyun meşeye taxta-şalban dalınca getdiler. Enli, gövdeli bir ağaca yaxınlaşdılar. Goyun dedi: - Men bu ağacı kökünden gırıb, yere yıxaram. - Gıra bilmezsen? - İndice gıraram, görersen. Goyun dal-dalı gaçıb ağaca bir kelle vurdu. Ağac tappıltı ile yere yıxıldı. Dovşan fikirleşdi, ağac gırmag ne asanmış? Bunu men de bacararam. Onlar başga ağaca yaxınlaşdılar. Dovşan dedi: - Bu ağacı men de gıracağam. Goyun gülü-güle dedi: - Bacarmazsan. - Men gırım, sen de tamaşa ele. Dovşan dal-dalı gaçıb alnını zerble ağaca vurdu. Ağac terpenmedi. Dovşanın başı ise çiyinleri arasına keçdi. Goyun dostuna kömek etmek üçün yaxına geldi. - Möhkem dur, gulaglarından tutub başını çiyinlerinden çekib çıxardacağam. Goyun Dovşanın gulaglarını buraxmadı. Dovşanın başını çiyinlerinden dartıb çıxartdı. Gulaglarını ise az gala yerinden goparacagdı. O, vaxtdan beri Dovşanın gulagları uzundur. | |
| | | AyMaRaLCaN
Mesaj Sayısı : 734 Rep Puani : 0 Kayıt tarihi : 26/10/10
| Konu: Geri: Azerbaycan Masalları-Azerbaycan Nağılları Cuma Ara. 23, 2011 12:11 pm | |
|
Ayı ve Garışga
Ayı bulagdan doyunca su içib kenarda oturdu. Donguldanıb dedi: -Ay canım, ne yeyim. Birden balaca bir Garışga görüb sevindi. -He, ceni yeyeceyem. Garışga gorxdu, tez yarpağın arasında gizlendi. Ayı yarpağı galdırıb Garışganı götürdü. Garışga soruşdu: -Meni neyçün yemek isteyirsen? -Seni de, bütün aileni de yeyeceyem. Siz gedib bulagdan su içirsiniz. Bele getse, bulağın suyu guruyar, mene galmaz. Sizin neslinizi kesmek lazımdır. Garışga yalvardı. -Dayan, dayan, gör ne deyirem? Meni burax, axırıncı defe gardaşlarıma su aparım, sonra gayıdaram, yeyersen. Sen gedib gayıdana geder döze bilmerem. Ele indi yeyeceyem. -Yeme, yeme. Bunun evezinde sene deyerli meslehet vererem. -He, yaxşı de, görek. -Bir parasını ye, ikinci parasını gış üçün saxla. -Hi, yaxşı meslehetdir. Ayı Garışganı ağzına goyub uddu. Garışgalar çox gözlediler. Su ardınca geden Gara Garışga gayıtmadı. Balaca cığırla tepeye galxıb yola baxdılar. -Bes, bizim gardaşımız niye gelib çıxmadı. Belke batıb? -Yox? Onu Ayı yeyib, deye Garğa Garışgalara xeber verdi. Bütün garışgalar Ayının mağarası terefe getdiler. Mağaranın ağzında yeri altdan gazmağa başladılar. Köstebek böyürden çıxıb dedi: -Siz ne edirsiz? -Ayı üçün guyu gazırıg. -Men de size kömek ederem. Keçen il iki balamı yeyib, ondan intigam almag üçün fürset axtarırdım. Garışgalar ve Köstebek üç gün, üç gece yeri gazmağa başladılar. Ayının ise bundan xeberi yox idi. Bir gün Ayı kefi kök, öz mağarasına gayıdırdı. Gece idi. Ayı ay işığında oynamağa başladı. O geder atılıb-düşdü ki, guyunun üstündeki torpag davam getirmeyib dağıldı. Ayı guppultu ile guyuya düşdü. Garışgalar Ayıdan bele intigam aldılar. | |
| | | AyMaRaLCaN
Mesaj Sayısı : 734 Rep Puani : 0 Kayıt tarihi : 26/10/10
| Konu: Geri: Azerbaycan Masalları-Azerbaycan Nağılları Cuma Ara. 23, 2011 12:12 pm | |
|
Cırtdan Biri vardı, biri yoxdu, bir qarı vardı. Bu qaranın bir balaca nevesi vardı. Neve o qeder balaca idi ki, ona Cırtdan deyerdiler. Bir gün Cırtdan gördü ki, qonşu uşaqları meşeye oduna gedirler, gelib nenesine dedi: -Ay nene, uşaqlarla oduna men de gedeceyem. Qarı uşaqları çağırıb heresine bir parça yağ yaxmacı verdi. Cırtdanı da onlara tapşırdı. Yolda Cırtdan özünü yere vurub getmedi, yoldaşları dediler: -Ay Cırtdan, niye gelmirsen? Cırtdan dedi: -Nenem meni size tapşırıb, meni dalınıza alıb aparın. Yoldaşları onu növbe ile dallarına alıb, meşeye getirdiler. Uşaqlar başladılar odun yığmağa. Gördüler ki, Cırtdan yığmır. Dediler: -Ay Cırtdan, sen niye odun yığmırsan? Cırtdan cavab verdi: -Nenem meni size tapşırıb, mene de yığın. Uşaqlar ona da odun yığdılar. Sonra her kes öz odununu şele bağlayıb dalına aldı. Gördüler Cırtdan oturub baxır. Ona dediler: -Ay Cırtdan, sen niye odununu götürmürsen? Cırtdan cavab verdi: -Nenem meni size tapşırıb, menim odunumu da götürün. Uşaqlar elacsız qalıb, onun da odununu dallarına götürdüler. Bir az yol gedenden sonra gördüler ki, Cırtdan geride qalıb ağlayır. Dediler: -Ay Cırtdan, niye ağlayırsan? Cırtdan cavab verdi: -Yorulmuşam. Nenem size yağ yaxmacı verdi.... yoldaşları onun sözünü ağzında qoydular. Onlardan biri Cırtdana acığlandı: -Pis öyrenersen. Daha seni dalımıza götüren deyilik! Cırtdan elacsız qalıb yoldaşlarının dalınca getmeye başladı. Onlar bir xeyli getdikden sonra axşam oldu. Qaranlıq qovuşdu, yolu azdılar. Meşeden çıxanda gördüler ki, bir terefden işıq gelir, o biri terefde it hürür. Biri dedi: işıq gelen terefe gedek, o biri dedi: it hüren terefe. Bilmediler ha terefe getsinler. Axırda Cırtdandan soruşdular: -Ay Cırtdan, it hüren terefe gedek, yoxsa işıq gelen terefe? Cırtdan cavab verdi: -İt hüren terefe getsek, it bizi qapar. İşıq gelen terefe gedek, belke yolu tapa bildik. Uşaqlar işıq gelen terefe gedib bir divin evine çıxdılar. Div onları görende sevinib öz-özüne dedi: "Yaxşı oldu. Gece onları bir-bir yeyerem." uşaqlara bir az çörek yedirdib yatırdı. Geceden bir az keçenden sonra div uşaqların birini yemek istedi. Uşaqların yatıb-yatmadığını bilmek üçün dedi: -Kim yatıb, kim oyaq? Bu sözü eşidende Cırtdan tez başını qaldırıb dillendi: -Hamı yatıb, Cırtdan oyaq. Div soruşdu: -Cırtdan, niye yatmırsan? Cırtdan dedi: -Nenem mene her gece qayğanaq bişirerdi, yedirib yatırardı. Div qalxdı, tez qayğanaq bişirib Cırtdana yedirtdi ki, belke yatsın. Bir qeder keçenden sonra div yene soruşdu: -Kim yatıb, kim oyaq? Yene Cırtdan başını qaldırıb dedi: -Hamı yatıb, Cırtdan oyaq. Div soruşdu: -Cırtdan, indi niye yatmırsan? -Her gece nenem mene çaydan xelbirle su getirerdi. Div ayağa qalxdı, bir xelbir götürüb çaydan su getirmeye getdi. Cırtdan da tez yoldaşlarını oyadıb dedi: -Bu div bizi yemek isteyir. Qalxın, qaçaq. Uşaqlar tez qalxdılar, qaçıb çaydan keçdiler. Bu terefden div ne qeder xelbiri suya salıb qaldırsa, gördü ki, xelbirde su qalmır. Axırda tenge gelib qayıtmaq isteyende, bir de gördü ki, uşaqlar çayın o terefinden gedirler. İstedi sudan keçib uşaqların dallarınca düşsün, amma keçe bilmedi. Axırda onları sesledi: -Ay uşaqlar, sudan ne teher keçdiniz? Cırtdan tez cavab verdi: -Get bir dene deyirman daşı tap, boynuna keçirt, özünü suya at, onda keçersen. Div Cırtdanın sözüne inandı, gedib bir deyirman daşı tapı boynuna keçirtdi, özünü suya atdı, suda boğulub öldü | |
| | | AyMaRaLCaN
Mesaj Sayısı : 734 Rep Puani : 0 Kayıt tarihi : 26/10/10
| Konu: Geri: Azerbaycan Masalları-Azerbaycan Nağılları Cuma Ara. 23, 2011 12:13 pm | |
| Azerbaycan nağılları (xoruz ve padişah)
xoruz ve padişah
Biri var imiş, biri yox imiş, Allah'dan başqa heç kes yox imiş. Bir de bir xoruz var imiş.
Bir gün xoruz peyinlikde eşelenib özüne yem arayanda bir qara pul tapdı,şad olub başladı oxumağa: - Quqquluqu! Birce şahı tapmışam! Padişah xoruzun sesini eşidib buyurdu ki gedib onun pulunu elinden alsınlar.
Şahmı xoruzun elinden alandan sonra xoruz başladı oxumağa: -Quqquluqu! Padşah mene möhtaç imiş! -Padşah buyurdu ki, xoruzun şahısını aparıb özüne versinler.
- Quqquluqu! Padşah da menden qorxar imiş! Padşah bunu eşidende xoruza hirslenib buyurdu ki, onu tutub öldürsünler.
Xoruzun başını kesende oxudu: -Quqquluqu! Ne iti bıçaq imiş!
Xoruzun başını kesince onu soxdular qaynar suya ki, tükünü yolsunlar. Gaynar qazanın içinde xoruz oxudu: -Quqquluqu! Ne isti hamam imiş!
Xoruzu qazanın içinden çıxarıb tükünü yoldular ve bişirib qoydular pilovun başına. Burada xoruz oxudu: - Quqquluqu! Ne ağca tepe imiş!
Pilovu getirdiler padşahın qarşısına. Padşah pilovu yeyende xoruz onun boğazında yene oxudu: - Quqquluqu! Ne darca küçe imiş!
Ondan sonra xoruz getdi qaranlıq yere, orada oxudusa da kimse sesini eşitmedi. | |
| | | AyMaRaLCaN
Mesaj Sayısı : 734 Rep Puani : 0 Kayıt tarihi : 26/10/10
| Konu: Geri: Azerbaycan Masalları-Azerbaycan Nağılları Cuma Ara. 23, 2011 12:14 pm | |
| Yetim Fatma
Biri var idi, biri yoğ idi, allahın bendesi çoğ idi, bir kişiynen bir arvad var idi. Günlerin birinde iş bele getirdi ki, bu kişinin arvadı azarlanıb öldü. Hemin arvaddan Fatma adında yetim bir gızı, bir de oğlu galdı. Kişi gördü ki, uşaglara bağa bilmeyecek, odu ki, ayrı bir arvad aldı. Kişinin bu arvaddan da bir gızı oldu, amma bu yaman kifir gız idi. Bu arvad gelen günden yetim Fatmanı gözü götürmedi. Öz gızının adını da Fatma goydu. Amma bu gızınan onun asiman tafoutu var idi. Yetim Fatma gözel göyçek bir gız, çirkin Fatma ise gara keçel idi. Analıg yetim Fatmaynan, oğlana gün verib, işıg vermirdi. Onları gah suya, gah oduna gönderirdi. Evde garabaş kimi işledirdi. Günlerin birinde arvad iki ayağın bir başmağa direyib erine dedi: - Kişi, eger bu uşagları aparıb azıtmasan, sende oturmuyacam. Menim bu uşaglardan zehlem gedir, onlara daha men bağa bilmirem. Kişi ne geder yalvar-yapış eledi ki, ay arvad, insafın olsun, men bu bir parça tüfülleri hara azıdım, yazıgdılar, gederler meşede gurd-guş yiyer. Arvadın hırı tutmuşdu, ele nırğ deyib durdu ki, eger azıtmasan gününü gara eliyecem. Kişi çoğ götür-goy eledi, gördü ki, ayrı elacı yoğdu. Fatmaynan oğlunu götürüb getdi meşeye. Uşaglarını alladıb dedi: - Balalarım, siz morug, çiyelek yığa-yığa gedin derenin dibine, men de bu biri terefden bir az odun gırım, ağşamüstü gelib sizi de götürerem, gederik. Uşaglar atalarının sözüne inandılar. Morug, çiyelek yığa-yığa lap meşenin sığ yerine çatdılar. Size kimnen deyim, kişiden. Kişi uşagları aldadıb bu terefden ağlaya-ağlaya, kor-peşiman gayıtdı eve. Ağşam oldu. Garanlıg düşdü, meşede göz-gözü görmürdü. Ayı, canavar, peleng, şir meşeye bir nerilti, gurultu, inilti salmışdılar ki, vehmeden adamın bağrı çatlayırdı. Uşaglar ha gözlediler, dedeleri gelib çığmadı. Ağırda elacsız galıb bir ağacın başına çığıb orada gecelediler. Sabah tezden durub yol başladılar bir cığırnan getmeye. Az getdiler, üz getdiler, dere-tepe düz getdiler, gelib bir bulağın başına çatdılar. Fatmanın gardaşı yaman susamışdı. Özünü tez verdi bulağın başına, istedi sudan doyunca içe. Fatma goymag istemedi, ele bil üreyine dammışdı ki, bu suda bir şey var. Fatma ne geder eledi ki, gardaşı sudan içmesin, olmadı. Oğlan ağzını bulağın gözüne diriyib sudan doyunca içdi. O saat dönüb oldu gara bir inek, Fatma üz-gözünü cırıb şiven saldı ki, ay gardaş, sene demedimmi içme, indi men neyniyim, başıma haranın daşını töküm. Gardaşı dedi: - Bacı, daha iş-işden keçib, menimki de beleymiş, gel gedek. Amma bu sirri ne bade bir adama deyesen ha! Fatma ineyi de gabağına salıb ayag lepiriynen o geder getdi ki, meşeden çığdı. Bir dağın başına çığıb gördü ki, evleri uzagdan görükür. Düz geldi evlerine. Arvad gördü ki, gız geldi, amma yanında da bir gara inek. Evvelce üz-gözünü turşutdu, gaş-gabağını tökdü, istedi gızı govlasın. Sonra fikirleşdi ki, oğlan yoğdu, yegin ölüb-itib, meşede galıb. Gız da ki, bir yağşı ineynen gelib. İneyi sağıb yeyerik. Bir azdan sonra gızı gene azdırarıg, o da itib cehenneme vasil olar. Kişi de gızını görüb bir terefden sevindi, bir terefden de oğlunu yadına salıb bikeyf oldu. Analıg her gün Fatmanın eline bir az yun verib ineyi otarmağa göndererdi. Fatma ağşama kimi ineyi otarır, analığı verdiyi yunu da didib eyirerdi. Bir gün yene ineyi otardığı yerde berk yel esdi, yel Fatmanın yumağını götürüb apardı. Fatma, "a yel baba, yumağımı aparma" - deye-deye yüyürürdü. Yel baba yumağı aparıb bir evin bacasınnan içeri saldı. Fatma gelib bu evin gapısını döydü. İçeriden bedheybet bir garı çığıb dedi: - A bala, ne var, ne isteyirsen? Fatma dedi: - Garı nene, yel baba yumağımı senin bacannan içeri saldı, gelmişem ki, onu veresen. Garı dedi: - A gızım, gel menim başıma bağ, sonra yumağını verim. Fatma razı oldu, içeri girib gördü garının evi zir-zibilnen doludu. Odu ki, dedi: - Garı nene, süpürgeni ver, evini süpürüm. Garı süpürgeni verdi. Fatma evi süpürüb ter-temiz eledi. Sonra da başladı garının başına bağmağa, gördü ki, bunun başı doludu ilan, çayannan, bağdı ki, garının başında bitler var tısbağa boyda, bireler var gurbağa boyda. Garı dedi: - A gızım, de görüm senin ananın başı geşengdi, yoğsa menim? Menim birelerim geşengdi, yoğsa onun. Fatma dedi: - Ay nene, elbette, senin başın geşengdi. Senin bit, birelerin de lap serçe, bülbül kimi şeylerdi. Bu sözler garının ğoşuna geldi, odu ki, dedi: - Bala, burdan gedende gabağına üç bulag çığacag, birinin suyu dümağ, süd kimi, o birininki gapgara şeve kimi, birinin de suyu gıp-gırmızı lale kimi. Ağ suda soyunub çimersen, gara sudan da saçına, gaşına, kirpiyine çekersen. Gırmızı sudan da yanaglarına, dodaglarına çekersen. Sonra gedib gara ineyin bir buynuzunnan yağ, birinnen de bal emeceksen. Fatma garının yanından çığıb geldi, yolda günçığan terefde gabağına bir bulag çığdı, suyu dümağ süd kimi, girib suda çimdi. Bir az gedib günbatan terefde de bir bulağa rast oldu. Bu bulağın suyu da gapgara idi. Fatma bu suynan başını yuyub, bir az da gaşına, kirpiyine çekdi. Gırmızı sudan da bir az yanaglarına, dodaglarına çekdi. Fatmanın gözelliyi bir idi, indi oldu min. Fatma ele bir gözel gız oldu ki, heç misli-beraberi olmadı. Aya dedi, sen çığma, men çığacam, güne dedi, sen çığma, men çığacam. Yanaglar gıp-gırmızı alma kimi, dodagları gaymag, dişleri inci, gözü maral gözü. Ne deyim, bir bağan deyerdi bir de bağaydım. Fatma düz gelib çığdı gara ineyin yanına, onun başını, gözünü sığallayıb başladı buynuzlarını emmeye, gördü ki, doğrudan da, ineyin bir buynuzunnan yağ, birinnen de bal gelir. Fatma her gün ineyin buynuzlarını emib ele kökeldi ki, lap balığa döndü. Fatmanın analığının bu işe hem pağıllığı tutdu, hem de mat galdı ki, gören Fatma neyleyir ki, bele kökelib, geşengleşir. Odu ki, sabahdan öz keçel gızını da goşdu Fatmanın yanına ki, o da nağıra gedib geşengleşsin. İş bele getirdi ki, yene berk bir yel gopdu, bu defe de yel keçel Fatmanın yununu götürüb apardı. Yun gedib hemin garının bacasınnan içeri düşdü. Keçel Fatma yunun dalınca gaça-gaça gedib garının evine çığdı. Gapını döyüb yununu istedi. Garı gızı içeri çağırıb dedi: - A gızım, gel başımı bitle, sonra yununu verim. Gız garının başına bağıb gördü ki, bit-bireynen doludu. "Tfu" eleyib geri çekildi. Garı dedi: - A gızım, menim başım temizdi, yoğsa senin ananın? Gız dedi: - Allah vurmuşdu seni, başın ilan gurbağaynan doludu, helbetde anamın başı yağşıdı. Garı bir altdan yuğarı bağıb dedi: - A gızım, sen ki, bele dedin, ala yununu verirem, amma burdan gedende gabağına üç bulag çığacag. Birinin suyu gara, birinin suyu ağ, o birininki de gırmızı. Sen evvelce gara suya girib çimersen, sonra ağ suynan başını yuyub, bir az da gaşına, kirpiyine, gırmızı sudan da alnına sürtersen. Sonra da gara ineyin döşlerini emersen. Gız garının yanınnan çığıb yolda gara suynan çimdi, ağ sudan gaşına, kirpiyine çekdi, gırmızı sudan da alnına sürtdü. Evvelden de bir şey olmayan keçel Fatma dönüb oldu gara gul; her yeri oldu gap-gara kösey kimi. Birce dişleri, gözleri ağarırdı. Keçel Fatmanın heç neden ğeberi yoğ idi. Gelib ineyin emceyini ağzına salıb başladı sormağa, gördü ki, ağzına irin gelir, tez başladı ineyin o biri memesini emmeye, gördü ki, bunnan da gan gelir. Durub kor-peşiman evlerine geldi. Anası gızına bağan kimi ellerini iki dizine vurub dedi: - Bıy, başına güller, ay gız sene ne oldu ki, bu güne düşdün? Gız başına geleni anasına söyledi. Daha iş işden keçmişdi. O günnen keçel Fatmanı anası evden heç yere burağmadı. Amma göyçek Fatma her gün ineyi aparıb otarır, özü de günü-günnen geşengleşirdi. Analıg gördü ki, Fatma ineyi otarmağa apardıgca yağşılaşır, odu ki, bir gün bir az guru yuğa bişirib paltarının altınnan küreklerine goydu, eri eve gelende yere yığılıb arğası üste o üze, bu üze çörükdü. Arvad terpendikce yuğalar ğırha-ğırnan gırılırdı. Arvad ufuldana-ufuldana dedi: - A kişi, görürsenmi ne berk azarramışam. Ölürem, mene bir elac. Kişi dedi: - Arvad senin dermanın nedi, de tapım? Arvad dedi: - Menim dermanım gara ineyin etidi. Onu kesib etini mene yedirtsen yağşı olacam. Kişi evvelce ineyi kesmek istemedi, amma arvad el çekmedi ki, çekmedi. Kişi ağırda ineyi kesdi. Göyçek Fatma gördü ki, ineyi kesdiler. Galdı meettel ki, indi ne yeyecek, acınnan ölecek. Durub getdi hemin goca garının yanına, ehvalatı ona söyledi. Garı dedi: - Gızım, eybi yoğdu, goy ineyi kessinner, sen onun etinnen yemezsen, goy onlar yesinner, sonra ğelvetce onun bütün sümüklerini torbaya yığıb getirersen menim yanıma. Gorğma, gardaşın indi de ğoruz cildine düşecek Fatma garının yanınnan gelib o dediyi kimi eledi. İneyin etinnen yemedi, onsuz da analığı heç ona et vermedi. Beli, Fatma ineyin sümüklerini irili-ğırdalı yığıb bir torbaya doldurdu, ğelvetce düz getirdi garının evine, garı yeke bir guyu gazıb sümükleri basdırdı ora. Üstünü torpaglayıb gıza dedi: - Bala, gorğma, bu sümüklerden ne istesen o saat hazır olacag. Gız durub evlerine geldi, bir-iki günnen sonra padşahın böyük oğlunun toyuydu, hamını çağırmışdılar. Fatmanın analığı da keçel gızını geyindirib-keçindirib toya gedirdi. Göyçek Fatma da analığına yalvar-yağar eledi ki, toya onu da aparsın. Analığı goymadı ki, goymadı, dedi: - Birce senin yerin eskik idi, gağıl otur yerinde, onsuz da senin paltarın ne gezir ki, geyinib gedesen. Analıg bir çanag darını yere töküb, bir boş cam goydu, dedi: - Men gelene kimi bu darını yığarsan çanağa, bu camı da göz yaşınnan doldurarsan, eger dediklerimi elemesen, vay senin gününe. Fatma galdı mat-mehettel ki, neylesin. Analığı geden kimi kor-peşiman daban alıb düz geldi garının yanına, analığının tapşırdığı işleri söyledi. Garı dedi: - Gızım, gorğma, bu işler menim elimde su içimi kimi bir şeydi. Garı gıza bir çanag darı verdi, bir cam da duzlu şor su. Dedi: - Apar bu darını tök analığının darı çanağına, duzlu suyu da tök cama, ele bilsin ki, ağlayıbsan, gözünün yaşıdı. Galdı yere tökülen darılar, toyug-cüceleri burag goy darını denneyib gurtarsınnar. Garı bu sözleri gıza deyennen sonra onu götürüb geldi ineyin sümüyünü basdırdığı yere. Guyunun ağzını açıb dedi: - Ey gara inek, sennen bir geşeng padşahane libas, bir de bir gızıl başmag isteyirem ki, Fatma geyinib getsin toya. O saat bir de gördüler ki, bu şeyler hazır oldu. Garı gıza bir torba kişmiş, bir torba da kül verib dedi: - Gızım, bu paltarı, gızıl başmağı geyib, torbaları da götürüb gedersen toya, orada seni analığın tanımayacag, toyda seni de oynadacaglar. Sen oynayanda camaatın üstüne kişmiş tökersen, analığının üzüne kül, sonra tez gayıdıb gelersen eve, paltarını soyunub oturarsan. Beli, Fatma zer-zibaynan tikilmiş paltarı geyib, gızıl başmağı ayağına tağıb döndü huri-meleye. Getdi toya, hamı bu gözellikde gızı görüb mat galdı. Fatma oynaya-oynaya adamların gabağına getdikce hamının gucağına kişmiş töküb, analığının gözüne kül sepdi. Sonra toydan çığıb telesik gayıtdı eve. Yolda çaydan hoppanıb keçende başmağının bir tayı ayağınnan çığıb düşdü suya. Telesdiyinnen başmağı goyub gaçdı. Hemin gün deme padşahın oğlu ova çığıbmış. Gayıdan baş yolda atını çayda sulamağa getirdi. At dodağını suya vurub geri çekildi. Padşahın oğlu eyilib suya bağdı, gördü ki, suda bir tay gızıl başmag var, tez çığardıb özüynen getirdi. Bu terefden de Fatma gelib paltarını soyunub gizlendi. Analığı gaş-gabaglı geldi eve. Fatma dedi: - Ana, bir az söyle görüm toyda ne oldu, ne keçdi? Arvad dedi: - Heç, ne olacag, bir garagünnünün biri oynayanda hamının gabağına kişmiş tökdü, bizim gabağımıza kül atdı. Bunları burda goyag, görek padşahın oğlu başmağı neyledi. Başmag o geder geşeng idi ki, heç padşahın ğezinesinde de belesi yoğ idi. Padşahın oğlu başmağı öz lelesine verib dedi: - Apar bu başmağı şeherbeşeher, kendbekend ağtar, hansı gızın ayağına olsa, gerek onu alam. Lele her yeri gezdi, bütün kendleri, şeherleri helek-felek eledi, başmag heç kimin ayağına olmadı. Ağırda ğeber alırlar ki, bu başmağı ayağına tağmamış kim galdı, dediler ki, birce Fatma adlı bir yetim gız var, o galıbdı. Getirib başmağı Fatmanın ayağına geyindirdiler, gördüler ki, ele bil başmagçı özü eliynen tikib, düz gızın ayağına. O saat gedib padşah oğluna ğeber apardılar ki, bes bele-bele, başmag filan gızın ayağına oldu. Oğlan toy tedarükü görüb Fatmanı gelin getirmek üçün öz adamlarını gönderdi ki, gızın başını bezesinner. Bu terefden Fatmanın analığı pağıllığınnan az galdı çatlasın, odu ki, Fatmanın el-ayağını kendirnen bağlayıb saldı tendire, üstünü de örtdü. Öz gızı keçel Fatmanı da bezendirib goydu göyçek Fatmanın yerinde. Yengeler, sağdışlar, solduşlar geldiler ki, gızın başını bezeyib gelin aparsınlar, gördüler ki, gız o gız deyil. Dediler: - Ay balam, bu gız niye bele garalıb? Gızın anası nırğ deyib durdu ki, ele bu hemen göyçek Fatmadı, o günün altında durub, gün garaldıb. Yenge tez başmağı getirib gızın ayağına tağdı, gördü yoğ, olmadı. Öz-özüne fikirleşdi ki, ağı bu gız men gördüyüm deyil, bunu bezeyib aparsag padşahın oğlu ne deyer? Ele bu fikirdeydi ki, gördü küçeden uşaglar oğuyurlar: Gün çığ, gün çığ, Keher atı min çığ, Keçel gızı evde goy, Saçlı gızı götür gaç. Yenge gızın tez başına bağıb gördü gız gart keçeldi. Tez durdu ki, gedib ehvalatı oğlana söylesin. Birden mehlede bir ğoruz başladı bannamağa: Guggulu-gu, Fatma ğanım tendirde, El-ayağı kendirde. Yenge gelib tez tendirin ağzını açdı, gördü doğrudan da Fatmanın el-ayağını kendirnen bağlayıb tendire salıblar. Gızı çığardıb getirdiler eve, yetmiş yerden ona bezek-düzek verib, geyindirib-keçindirib apardılar padşahın oğluna. Hamı toyda çalır, oynayır, şadlıg eleyirdi keçel Fatmaynan anası gan ağlayırdı. Aradan bir müddet keçennen sonra keçel Fatmanın anası dedi: - A gızım, olan-olub, keçen-keçib, bir dur get gör bacın ne gayırır? Keçel Fatma geyinib-keçinib getdi bacısının yanına, ğoş-beş on beşden sonra dedi: - Ay bacı, yaman çimmek isteyirem, dur gedek derya kenarında çimek. Göyçek Fatma bacısının ğetrini sındırmayıb öz gızıl teştini de götürüb getdi derya kenarına. Keçel gız dedi: - A bacı, evvelce sen soyun, men seni çimizdirim, sonrada sen meni çimizdirersen. Fatma söze inanıb soyundu, deryanın gırağında çimmek isteyende keçel Fatma onu iteleyib suyun derin yerine saldı. Göyçek Fatma sudan çığa bilmedi. Keçel gız Fatmanın paltarını geyinib oğlanın evine geldi. Ağşam oldu, gız üz-gözünü gizlede-gizlede bir teher geceni saldı. Yatmag vağtı gelende oğlan gördü ki, Fatmanın saçı heç eline deymir. Odu ki, dedi: - Ay Fatma, senin saçın heç gözüme deymir. Gız dedi: - Başımı yumuşam deyin yığılıb bir yere, sabah guruyar, gene uzanar. Sabah açıldı, oğlan atına minib deryanın kenarıynan gedirdi, bir de gördü ki, bir balıgçı toru ne geder çekirse, sudan çığarda bilmir. Oğlan atdan düşüb balıgçıya kömek eledi. Bir teher toru çekib sudan çığardılar. Bir de gördüler ki, tora bir balıg düşüb ki, ecdaha boyda, tez balığın garnını yardılar. Oğlan gördü ki, buy budu göyçek Fatma balığın garnında, tez gızı çığardıb bir şeye büküb eve getirdi. Fatma başına gelen ehvalatı tamam başdan-ayağa kimi erine danışdı. Oğlan o saat emr eledi ki, bir deli gatır getirsinler. Keçel Fatmanı gatırın guyruğuna bağladıb dağda-daşda sürütdediler. Keçel Fatmanın her tikesi bir derede galdı. Sonra göyçek Fatmaynan padşahın oğlu keyf çekib dövran keçirdiler. Göyden üç alma düşdü, biri menim, biri senin, biri de nağıl söyleyenin... | |
| | | AyMaRaLCaN
Mesaj Sayısı : 734 Rep Puani : 0 Kayıt tarihi : 26/10/10
| Konu: Geri: Azerbaycan Masalları-Azerbaycan Nağılları Cuma Ara. 23, 2011 12:15 pm | |
| Balaca yeke sıçan (Nağıl)
Salam Uşağlar,
Günlərin bir günündə, bir balaca sıçan bir yekə təpənin üstündə gedirdi pendir alsın. Amma o zaman ki o təpənin üstünə yetişdi, təpə sirkələndi. O zaman sıçan qışqırdı: Z. Z. Zəlzələəəəəə!!!
Amma o bir zəlzələ deyildi. Sıçan bir baxdı o yan bu yana gördü heç o təpə dəyilmiş, o bir aslanimiş!
Yekə aslan qalxdı ayağa və sıçanı quyruğundan tutdu.
“Mmmm” aslan dedi : “Nədə yeməli bir tikə, elə şamdan qabaq bir yağlı tikə yemək yapışar”.
Amma balaca sıçan istəmirdi yeyilsin. O istəyirdi o gecə getsin bir böyük pendir gonaqlığına və neçə gün qabaqdanda gonaqlığı gözləyirdi.
Ondaki yekə aslan istədi onu atsın ağzına, sıçan dedi : " Xaish edirəm məni yemə! Sən icazə ver mən gedim, mən də əvəzinə bir gün sənə kömək edərəm”.
Ondaki aslan sıçanın sözünü eşitdi, bir dayandı və ucadan bir qəhqəhə çəkdi. O elə gülməli bir söz idi kı aslan ömründə heç eşitməmişdi.
“Yani nə, sənin kimi bir balaca sıçan istəyir mən yekəlikdə aslana köməkçi olsun??? O çox gülməli bir sözdür!”
Aslan yenədə güldü, o qədər güldüki qarnı ağrıdı. Sonra dedi : “Aaaaaah! O çox gülməli idi”.
Ondaki gülməyi bitdi balaca sıçana dedi :“Baş üstə, indiki sən elə gülməlisən (komık), mən sənə icazə verirəm gedəsən. Amma daha birdə mənim kürəyimdə yerimə”.
Elə onu dedi və balaca sıçanı qoydu yerə və sıçanın qaçmasına baxdı.
Günlərin bir günü, bir il ondan sonra, aslan cəngəllikdə dolanırdı ki birdən bir şey onu çəkdi üstə və ağacdan aslandırdı. O birdənə ovçu toru idi və aslanda o tora duşmuşdür.
O qışqırırdı :“Kömək! Kömək! Bir nəfər mənə tez kömək etsin!”
Təsadüfən balaca sıçanda ordan gedirdi ki aslanın qışqırığın eşitdi.
Sıçan özü özunə dedi : “Elə bil bir nəfər kömək istəyır”, və özun tez ora yetirdi. Göyə bir baxdı və ...
Soruşdu : "Sən həmən aslan dəyilsənki məni yemədin?
Ona baxmayaraq ki aslan çətin vəziyyətdə idi, amma balaca sıçanı tanıdı. O hirsli və vahiməli olaraq dedi : “O mənəm, tez ol, indi sənin şansındı ki mənə kömək edəsən. Qaç və yardımcı gətir”.
Amma balaca sıçan ovçuların ayağlarının səsin eşıdirdi ki yaxınlaşırlar. Sıçan dedi : “Daha yardımcı gətirməyə vaxt yox”. O bir saniyə fikirləşdi döndü bir çiltık çaldı dedi : “Tapmışam, mən səni özüm qurtaracam”.
Aslan dedi : “Nə? Ağlın hara gedip? Necə bir balaca sıçan məni bir yekə tordan qurtara bilər?”
Amma aslan danışa danışa sıçanda çıxdı ağacın üstünə və başladı toru çeynəməyə. Sıçan toru çeyniyə çeyniyə deyirdi indi qurtarar. Ovçularında səsi yaxınlaşırdı...
Birdən torun kəndirləri qırıldı və aslan azad oldu.
Aslan qalxdı ayağa və ucadan bir nə'rə çəkdi, ovçular hamısı qorxudan qaçdılar. Eləki ovçular getdilər aslannan sıçan əl ələ verdilər.
Sıçan dedi : “Gördün? Mən sənə demişdim bir gün sənə kömək olaram!”
Aslan dedi :“Mən çox sevinirəmki səni o gün yemədim. Nə yaxcı o gün o söz sənin fikrivə yetişdi tez”.
O gündən sonra, balaca sıçannan aslan yoldaş oldular və hər zaman aslanın kürəyi qaşınseydı balaca sıçan onun kürəyində dolanardı. | |
| | | AyMaRaLCaN
Mesaj Sayısı : 734 Rep Puani : 0 Kayıt tarihi : 26/10/10
| Konu: Geri: Azerbaycan Masalları-Azerbaycan Nağılları Cuma Ara. 23, 2011 12:16 pm | |
| Üç Donuz (Nağıl)
Salam uşağlar, Bu nağıl üç dənə donuzun haqqindadı ki, anaları onlara deyir ki daha o zaman çatib ki siz gedəsiniz öz işlerinizin dalıyca və onları evinden ötürür eşiyə....
Keçmış günlərdə üç dənə donuz var idi, həmən donuz lar ki anaları onları evdən ötürmüşdı eşiyə. Donuzlar hərəsi bir ev tikdilər ki orda yaşasınlar.
Birinci donuz öz evin samannan tikməyə qərar verdi. O özü özunə dedi: “Samannan olan evi tikmək rahatdır”.
İkinci donuz öz evin ağacdan tikməyə qərar verdi və özü özünə dedi: “Ağacdan olan evi tikmək rahatdır”.
Üçüncü donuz öz evin kərpicdən tikməyə qərar verdi və özü özünə dedi: “Kərpicdən olan evi tikmək çətindir amma o ev çox davamlıdır”.
Günlər geçdi. Günlərin bir günü bir yekə pıs qurd samnnan olan evin qapısını döydü və tutqun səsnən dedi: “Balaca donuz, balaca donuz, aç qapını mən gəlim. “
Balaca donuz qapının dalından səsləndi: “Yox yox, sən içərı gələ bilməzsən. Sənə icazə yoxdur”.
Amma qurdun bu cavabdan xoşu gəlmədi. O dedi : “Onda mən bir huff edərəm birdə puff və sənin evini yıxaram”.
Onu dedi və bir huff elədi bir puff elədi və evi yel apardı!
Birinci balaca donuz qaçdı və özünü yetirdi ikinci balaca donuzun evinə. Yadıvızda olsa o donuzun evi ağacdan tikilmişdi. Amma eləki onlar qapını örtdülər, bir tutqun səs eşitdilər.
“Balaca donuzlar, balaca donuzlar, icazə verin mən gəlim içəri”. O yekə pıs qurdun səsi idi .
Bu dəfə iki balaca donuzlar qapının dalından dedilər: “Yox, yox, sən içəri gələ bilməzsən”.
Bu dəfədə qurdun bu soz xoşuna gəlmədi, o dedi: “Onda məndə bir huff edərəm bir puff və sizin evinizi uçurdaram!” Yekə pıs qurd bir huff dedi bir puff elədi yenədə evi yel apardı!
İki balaca donuz qaçdılar və üçüncü donuzun evinə getdilər. Bu ev amma kərpicdən tikilmişdir. Amma eləki onlar qapını bağladılar, elə həmən tanış tutqun səsi eşitdilər.
Qurd dedi : “Balaca donuzlar, balaca donuz lar, icazə verin mən gəlim içəri”.
Bu dəfə üç dənə balaca donuz qapının dalından dedilər: “Yox, yox, sən içəri gələ bilməzsən”.
Amma qurd bu cavabdan daha yorulmuşdu, o dedı: “Onda mən bir huff edərəm bir puff və evinizi yıxaram!”
Onu dedi və qurd bir huff elədi bir puff amma evi yıxa bilmədi! Kərpicdən olan ev çox davamlidır!
Balaca donuzlar çox sevinirdilər, amma yekə pıs qurd çox hirsli idi.
Qurd tutqun səsi ilə dedı: “İndi ki mən sizin evnizi üçurda bilmədim borudan gəlirəm sizi yeyim!”
Qurd borudan düşdü gəlsin aşağı. Amma orda bir şey var idi ki o bilmirdi. Ocağda bır yekə qazan var idi içındə su qaynayirdı .
Qurd borudan aşağı gəlirdi. Ondaki o suya düşdü o ele evə yetişmişdi!
Qurd qışqırdı “Yeeeeeeeeeeow” və borudan qayıddı eşiyə.
Elə oldu ki yekə pıs qurd ki daha huff ve puff etməkdən yorulmuşdu qaçdı. Və ondan sonra üç donuz şadlığla yaşadılar.
Amma onlar hamısı bir dərs öyrəndilər: evini samnnan ya ağacdan tikmə. Mümkündür onun tikməsi rahat ola, amma kərpiçdən olan ev çox davamlı olar! | |
| | | AyMaRaLCaN
Mesaj Sayısı : 734 Rep Puani : 0 Kayıt tarihi : 26/10/10
| Konu: Geri: Azerbaycan Masalları-Azerbaycan Nağılları Cuma Ara. 23, 2011 12:17 pm | |
| Kömek (Nağıl)
Salam uşaqlar,
Bu nağılın adi kömək dır
Geçmiş zamanlarda bir balaca qırmızı toyuq var idi və o bir fermada yaşayırdı. O toyuğun yoldaşları bir balaca qara it, bir yekə narıncı pişik, və bir balaca sarı qaz idi.
Bir ğün, qırmızı toyuq bir neçə buğda dəni tapdı. O özü özunə fikirləşdi “Mən bu buğdalardan çörək bişirə bilərəm”.
Balaca qırmızı toyuq yoldaşlarına dedi: “Kim mənə kömək edəcək bu buğdaları əkim?”
Balaca qara it dedi: “Mənki yox!”
Yekə narıncı pişik dedi: “Mənki yox!”
Balaca sarı qazda dedi: “Məndə yox!”
Onları eşidib balaca qırmızı toyuq dedi: “Onda özüm əkəcəyəm”
Onu deyib və kimsədən kömək almamış toyuq özü buğdaları əkdi.
Eləki buğdalar yetişdi qırmızı toyuq soruşdu: “Kim mənə kömək edəcək bu buğdaları biçim?”
Qara it dedi: “Mən yox!”
Narıncı pişik dedi: “Mən yox!”
Sarı qazda dedi: “Məndə yox!”
Qırmızı toyuq dedi: “Onda özüm onları biçərəm!” Onu dedi və özü tək buğdaları biçdi, heç kimdəndə kömək almadı.
Toyuq daha yorulmuşdu və soruşdu: “Kim mənə kömək edəcək buğdaları dəyirmana aparim və onları dartım un eləyim?”
Qara it dedı: “Mən yox!”
Narıncı pişik dedi: “Mən yox!”
Sarı qaz dedi: “Məndə yox!”
Yorğun toyuq dedi: “Onda onuda özüm edərəm!” Onu dedi və buğdaları apardı dəyirmana və onları dartdı un elədi heç kimden də kömək almadı.
Balaca qırmızı toyuq ki daha çox çox yorulmuşdu, soruşdu: “Kım mənə kömək edəcək çörək bişirım?”
Qara it dedi: “Mən yox!”
Narıncı pişik dedi: “Mən yox!”
Sarı qaz dedi: “Məndə yox!”
Çox çox yorğun olan qırmızı toyuq dedi: “Onda özüm bişirərəm!” Onu dedi və kimsədən kömək almamış çörəkləri bişirdi.
İsti təzə çörəklərin çox yaxşı iyi gəlirdi. Balaca qırmızı toyuq soruşdu, “İndi kim mənə kömək edəcək bu çörəkləri yeyim?”
Qara it dedi: “Mən kömək edəcəm!”
Narıncı pişik dedi: “Mən kömək edəcəm!”
Sarı qaz dedi: “Məndə kömək edəcəm!”
Balaca qırmızı toyuq hirslənərək dedi: “Yox, siz kömək eləmiyəcəksizniz. Onuda mən özüm edəcəm!”
Onu dedi və çörəyi kimsədən kömək almamış özü yedi. | |
| | | AyMaRaLCaN
Mesaj Sayısı : 734 Rep Puani : 0 Kayıt tarihi : 26/10/10
| Konu: Geri: Azerbaycan Masalları-Azerbaycan Nağılları Cuma Ara. 23, 2011 12:18 pm | |
| Ağıllı qoca (Nağıl)
Biri var imiş, biri yox imiş, uzaq keçmişlərdə qəddar bir padşah var imiş. Bu şahın qoyduğu qanuna görə övladlar əldən düşmüş qoca ata-analarını səbətə qoyub dallarına alar, aparıb əlçatmaz, sıldırım bir qayaya qoyarlarmış. Qayanın hansı səmtinə baxsaydın qalaq-qalaq insan sümüyü görərdin. Bu açıq qəbiristanlığın yüksək qayalıqları insan ətinə dadanmış quşların məskəni idi. Bütün quşlar zirvədə dayanıb yeni gətiriləcək insanı acgözlüklə gözləyirdilər. Səbətdə qoca gətirən insanın başının üstündə dövrə vurar, tük ürpədən heybətli səs çıxarardılar. Adam diri qocanı yerə qoyub aralanan kimi qaraquşlar, quzğunlar həmin qocanı didik-didik edib yeyər, quruca sümüklərini saxlayardılar. Qoca adamları bu cür dəfn etmək adətə çevrilmişdi. Qəddar şahın qoyduğu bu qanundan heç kəs imtina edə bilməzdi. Günlərin bir günündə İbrahim adlı bir oğlan atasının əldən-ayaqdan düşdüyünü görüb, ona dedi: -Gedək, ata, artıq sənin vaxtındır. Səni bir az da gecikdirsəm el məni qınayar. Ata naəlac qalıb dedi: -Nə deyirsən, oğul, məsləhət sənindir. Evdəkilərin hamısı qoca ilə halallaşdılar. İbrahim atasını səbətə qoyub dalına aldı. O ağır-ağır, kədərli halda insan qəbiristanlığa üz qoydu. Az getdilər, çox getdilər, yolda qoca dərindən bir ah çəkdi. İbrahim atasından ah çəkməyinin səbəbini soruşdusa da qoca demədi. İbrahim ondan əl çəkmədi. Axır ki, atası dedi: -Heç, oğul, yadıma düşdü ki, bir vaxt mən də sənin kimi atamı səbətə qoyub, həmin bu yol ilə qəbiristanlığa aparırdım. İndi sən də məni aparırsan. Qocanın bu sözləri İbrahimin ürəyinə ox kimi sancıldı. İstədi ki, atasını evə qaytarsın, ancaq el adətini pozmaqdan çəkindi. O yolunu yavaş-yavaş davam etdirirdi. Qəbiristanlığa çatanda quşların dəhşətli qarıltısı İbrahimi vahiməyə saldı. Atasını yerə qoyub bir qədər dincini almaq istədi. Ancaq, acgöz quşlar dövrə vurub, ata və oğulun başı üstə hərlənir, İbrahimin aralanmasını gözləyirdilər. Qoca acgöz quşlara baxıb oğluna dedi: -Get, oğlum, get, sənə can sağlığı. Ancaq səbəti də aparmağı unutma. İbrahim cavab verdi: -Ata, mən anamı bu səbətlə gətirmişdim, evimizdə axırıncı qoca sən idin, səni də ki, gətirmişəm. Daha səbət nəyimizə lazımdır? Qoca dedi: -Yox, oğul, axı sənin də oğlun var. O böyüyəcək, sən isə qocalacaqsan. Bir vaxt o da bu səbətlə səni gətirib quşlara yem edəcək. Apar, oğul, apar, o səbət sənə də qismət olacaq. İbrahimin bütün varlığı titrədi. Elə bil qəflət yuxusundan ayıldı. Birdən atasını qucaqlayıb qışqırdı: -Yox, ata, yox, mən səni bu vəhşi quşlara yem etməyəcəyəm. Mən səni saxlayacağam. O, daşla, ağacla quşları qovdu. Gördü ki, qayanın dibində bir mağara var. İbrahim atasını həmin mağaraya qoyub dedi: -Ata, sən burada yaşa, mən sənə yorğan-döşək, hər gün də yemək-içməyini gətirəcəyəm. İbrahim mağaranın ağzına daş düzdü. Daşların arasından içəri işıq düşürdü. O, dediyi kimi də elədi. Atasının yemək-içməyinə yaxşı fikir verirdi. Günlərin bir günündə şəhərə gələn suyun başında əjdaha peyda oldu. Əjdaha suyun qabağını elə kəsmişdi ki, şəhərə bir damcı su gəlmirdi. Onun əlindən bütün camaat zara gəlmişdi. Əjdaha ilə pəhləvanlar nə qədər vuruşa gəlsələr də ona qalib gələ bilmədilər. Padşah car çəkdirib elan etdi ki, hər kim əjdahanı ya öldürsə, ya da torpaqdan qovsa, onu dünya malından qəni edərəm. Hər kim bu işə girişdisə, əjdaha ağzından püskürdüyü alovla onu külə döndərirdi. Daha heç kəs onunla üz-üzə gəlməyə cürət edə bilmirdi. Sənə kimdən xəbər verim İbrahimdən. İbrahim yemək götürüb yenə atası olan mağaraya yollandı. Ata gördü ki, yemək var, amma nədənsə oğlu su gətirməyib. Soruşdu: -Oğul, bəs su niyə gətirməmisən? İbrahim cavab verdi ki, hal-qəziyyə belədi, camaat susuzluqdan qırılır. Əjdahanın əlindən zara gəlmişik. Heç kəs ona bata bilmir. Qoca bir qədər fikirləşib dedi: -Oğul, mən o əjdahanın öhdəsindən gələ bilərəm. İbrahim sevincək dedi: -Ata, sən əjdahanın öhdəsindən gələ bilsən, bütün xalqı xoşbəxt etmiş olarsan. Üstəlik şah xəzinəsinin yarısını bizə bağışlayar. Qoca dedi: -Oğul, sən şahın yanına get. Ona de ki, uzunu on arşın, eni dörd arşın bir güzgü hazırlasın. Camaat həmin güzgünün arxa tərəfindən tutaraq əjdahaya doğru getsin. Əjdaha güzgüdə öz şəklini görüb vahiməyə düşəcək, qaçacaq. O qaçdıqca siz onu güzgü ilə qovun. Əjdaha sizin torpaqdan ilim-ilim itəcək. İbahim şahın yanına gedib dedi: -Şah sağ olsun, mən o əjdahanın öhdəsindən gələrəm. Ancaq bu şərtlə ki, verdiyiniz sözə əməl edəsiniz. Şahın susuzluqdan dili-dodağı qurumuşdu. Çar-naçar qalıb and içdi ki, xəzinəmin yarısı sənindir. İstəyirsən indidən daşıtdır, bircə bizi sən bu bəladan qurtar. İbrahim dedi: -Şah sağ olsun, mənə böyük bir güzgü düzəltdir. Şah İbrahimin dediyi kimi böyük güzgü düzəltdirdi. Güzgünün yanlarından arxa tərəfdən əl tutmağa yer qoydular. Camaat güzgünü əjdahaya tərəf apardı. Əjdaha gördü ki, ona tərəf ağzından od püskürdən bədheybət bir heyvan gəlir. Gördü ki, bu heyvan bunu deyəsən yeyəcək, başladı götürülməyə. Camaat da onu arxadan güzgü ilə qovurdu. Əjdaha hərdənbir geri dönüb baxanda gördü ki, o bədheybət heyvan gəlir. Başlayırdı daha bərk qaçmağa. Xülasə, qaça-qaça padşahın torpağından çıxdı. Camaat döşəndi suyun canına. Hamının gözlərinə şəfa gəldi. Sevincdən, şadlıqdan hamı İbrahimi atıb-tuturdu. Padşah İbrahimi çağırtdırıb dedi: -Oğul, şərtimiz şərtdir, ancaq de görüm, bu fikir, bu tədbir sənin ağlına haradan gəldi? İbrahim dedi: -Şah sağ olsun, bu mənim tədbirim, hünərim deyil. Cavanlar nə qədər ağıllı olsalar da, qocalara, onların müdrik nəsihətlərinə, məsləhətlərinə ehtiyacları var. Biz bütün qocaları göz bəbəyimiz kimi qorumalıyıq. Onları qurda-quşa yem etməməliyik. Bütün insanları xilas edən bu tədbiri mənə öyrədən atam oldu. İbrahim bütün əhvalatı olduğu kimi padşaha nəql etdi. Camaat heyrətlə qulaq asırdı. Padşah əmr etdi: -Bu saat qocanı bura gətirin. Camaat sevinclə dağa tərəf yüyürdü. Qocanı təntənə ilə şəhərə gətirdilər. Şah xəzinəsinin yarısını İbrahimə verib murdar adəti ləğv elədi. O gündən öz əcəlləri ilə ölənə qədər qocalara hörmət və qayğı göstərildi. Qocaların sevinci yerə-göyə sığmırdı. | |
| | | AyMaRaLCaN
Mesaj Sayısı : 734 Rep Puani : 0 Kayıt tarihi : 26/10/10
| Konu: Geri: Azerbaycan Masalları-Azerbaycan Nağılları Cuma Ara. 23, 2011 12:19 pm | |
| Ağ quş - nağıl
Biri vardı, biri yoxdu, bir padşah vardı. Bütün padşahlardan fərqli olaraq, bu padşah olduqca adil və ağıllı padşah idi. Hamı onu çox sevirdi, bircə vəzirdən başqa. Vəzir gecə-gündüz yatmayıb onu necə öldürmək, yerinə necə keçmək barədə düşünürdü. Günlərin bir günündə o əlaltıları ilə birlikdə padşaha qəsd elədi və onun yerinə keçdi. Vəzir padşahın nəslindən bir nəfəri də sağ buraxmayacağına söz vermişdi. Bu məqsədlə də öz adamlarına padşahın yeganə oğlunu da öldürməyi tapşırdı. Padşahın arvadı oğlunu da götürüb qulluqçularla yaylağa getmişdi, ərinin öldürüldüyündən bixəbər idi. Vəzirin adamları onun alaçığına hücum edəndə işin nə yerdə olduğunu anladı, dedi: - Binamuslar, yəni siz o qədər qudurmusunuz ki, öz padşahınızın arvadına hücum edirsiniz? Vəzirin adamları qülüb dedilər: - Nə padşah, nə zad? Sən artıq padşah arvadı deyilsən, ərin çoxdan o dünyadadır. İndi gəlmişik səni də, oğlunu da onun yanına göndərək. Padşahın arvadı məsələni başa düşdü, ancaq yenə də qaçıb canını qurtarmaq çalışdı. Uşağı da götürüb, alaçıqdan çıxıb qaçmağa üz qoydu. Gəlib bir sıldırım qayanın başına çatanda gördü ki, burdan o yana yol yoxdur, onsuz da vəzirin adamları onu öldürəcəklər. Ancaq körpə oğlunun düşmən əlinə keçməməsi üçün onu sıldırım qayadan atdı. Xainlər padşahın arvadını öldürdülər, uşağın ölmüş olduğunu zənn edib dalınca dərəyə düşmədilər. Həmin padşahın bir qardaşı var idi. Vəzir neçə dəfə onun üstünə adamlarını göndərib öldürtmək istəmişdisə də , bir şey çıxmamışdı. Padşahın qardaşı başına bir dəstə adam yığıb dağlara çəkilmişdi. Bir dəfə onun adamlardan biri dərədəki aslan yuvasının qarşısında oynayan bir uşağa rast gəldi, uşağı götürüb padşahın qardaşının yanına apardı. Padşahın qardaşı baxdı ki, uşağın biləyində bir bazubənd var. Bazubəndi oxuyub onun öz qardaşı oğlu olduğunu bildi. Uşağı götürüb bağrına basdı, şir südü ilə bəsləndiyinə görə adını Şirzad qoydu. Vaxt keçdi, vədə dolandı, Şirzad gəldi on beş yaşına çatdı. Bu vaxta qədər onun əmisinin dəstəsi böyüyüb qüvvətlənmişdi. Bir gün əmisi Şirzadı, öz iki oğlunu yanına çağırıb dedi: - Övladlarım, artıq vəzirdən qardaşımın və bütün nəslimizin qilasını almaq vaxtı yetişib. Yaraqlanın, döyüşə gedirik. Oğlanlar ədəblə təzim edib, onun dediyi kimi döyüşə hazır vəziyyət aldılar. Vəzirin şəhərinə hücum edib, taxtı ələ keçirdilər, vəziri bütün şəhər əhli qarşısında edam etdilər. Şirzadın əmisi padşah oldu. Şirzadın əmisi oğlanları atalarının Şirzada olan məhəbbətinə həsəd aparırdılar. Bunu hiss edən padşah bir gün balalarının üçünü də yanına çağırıb dedi: - Mən bilirəm ki, siz üçünüz də məni çox istəyirsiniz. Mən də sizin üçünüzü də eyni dərəcədə çox istəyirəm. amma içərinizdə ən igid olanı mənim sağ əlim olacaq, buna görə də siz gərək öz igidliyinizi sübut edəsiniz. Oğlanlar hamısı bir ağızdan sual verdilər: - Bunun üçün nə etmək lazımdır? Padşah dedi: - Mən bir şərt kəsirəm – kim mənim atımın ayağı dəymədiyi yerdən, mənim görmədiyim, bilmədiyim bir şeyi gətirib gəlsə, aranızda ən igidi odur. Padşahın böyük oğlu baş əyib səfərə çıxmaq üçün icazə istədi. Padşah ona yol xərci verib, yola saldı. Oğlan iki ay gecə-gündüz yol getdi. Bir gün böyük oğlan baxdı ki, atının ayağın altında nə isə parıldayır. Götürüb gördü ki, bu böyük bir ləldir. Öz-özünə düşündü ki, əgər atam bu yerlərdən keçmiş olsaydı, yəqin ki, bu ləli götürərdi. Odür ki, daşı götürüb geri qayıtdı. Padşah dəbdəbə ilə oğlunun pişvazına çıxdı. Oğlan gətirdiyi ləli xonçaya qoyub atasına təqdim etdi. Atası lələ baxıb dedi: - Şəhərin kənarında kahada mənim qırx otağım var. Apar bunu birinci otağa qoy. Oğlan gedib kahadakı birinci otağı açanda gördü ki, bu otaq həmin ləllərlə doludur. Əlqərəz, indi də növbə gəldi ortancıl oğula. O da atası ilə sağollaşıb səfərə çıxdı, düz üç ay yol gedəndən sonra bir meşəyə rast gəldi. Meşədəki ağacların üstü qızıl meyvələrlə dolu idi. Həmin meyvələrdən bir heybə doldurub atasına gətirdi. Atası onun gətirdiyi meyvələrə baxıb dedi: - Apar bu meyvələri kahadakı ikinci otağa qoy. Ortacıl oğul ikinci otağı açanda gördü ki, bu otaq həmin meyvələrlə doludur. Növbə çatdı Şirzada. Şirzad ədəb-ərkanla gəlib əmisinin əlini öpüb dedi: - Əmi, icazə ver, mən səfərə sənin atınla çıxım. Padşah razılıq verdi. Şirzad əmisinin atını minib yola düşdü. Altı ay yol getdi, yeddinci aya dönəndə birdən at dayandı, dönüb arxaya baxdı, kişnədi. Şirzad başa düşdü ki, at burdan o yana getməyib. Başladı yavaş-yavaş yolunu davam etməyə. Bir qədər getmişdi ki, gördü yerdə nəsə yanır. Götürüb baxdı ki, bu öz-özünə yanan bir çıraqdır. Çırağın üstünə bu sözlər yazılmışdı: “Ay bu çırağı tapan, yer üzündə bu çıraqdan iki dənədir”. Şirzad fikirləşdi ki, bunun o biri tayını da tapmamış dönən deyiləm. toqqasının altını bərkidib yola düşdü. Az getdi, üz getdi, gəlib bir şəhərə çatdı. Karvansaraya gəlib özünə bir otaq kirələdi. Axşam bunun mənzilinə bir nəfər də gəldi. Xurcunundan bir çıraq çıxardıb yandırdı. Şirzad baxdı ki, elə bu onun tapdığı çırağın tayıdır. Şirzad qonaqla tanış oldu, öz əhvalatını ona danışıb dedi: - Qardaş, gəl sən o çırağı ver mənə. Qonaq dedi: - Burdan bir az aralıda divlər yaşayırlar. Onların çox gözəl göyərçinləri var. Əgər həmin göyərçinlərdən bir cütünü mənə gətirsən, çırağı sənə verərəm. Şirzad razı oldu. Yolu ondan öyrəndi, tezdən atına minib yola düzəldi. Gedib həmin yerə çathaçatda arxadan səs eşitdi. Dönüb baxdı ki, onu çağıran bir ağ quşdur. Ağ quş dedi: - Şirzad, o adam səni ölümə göndərir. Divlər o göyərçinləri atalarından çox istəyirlər. Sən gərək divləri yuxuya verəndən sonra göyərçinləri götürəsən. Amma bax ha, tamah sənə güç eləməsin, bir cütdən artıq götürmə. Şirzad qala divarını aşıb içəri, göyərçinlərin yanına çatdı. Gördü ki, bunlar elə gözəl göyərçinlərdir ki, iki göz istəyir tamaşasına dursun. Əlini atıb bir cütünü tutdu. Nə qədər elədi, ayaqları dönmədi, elə ikinci cütü tutmaq istəyirdi ki, quşlar buna bənd imiş kimi səs-səsə verib elə haray saldılar ki, gəl görəsən! Divlər oyanıb Şirzadı tutdular. Şirzad əhvalatı onlara danışdı. Onlar dedilər: - Biz sənə quşlardan bir cütünü verərik, amma bu şərtlə ki, buradan bir az aralada yaşayan divlərin bağındakı üzümdən bir səbət bizə gətirəsən. Şirzad atını minib yola düşdü. Bir az getmişdi ki, həmin divlərin qərsinə çatdı. Bu vaxt yenə arxadan quşun səsi eşitdi: - Şirzad, mənim məsləhətimə qulaq asmadın, başını bəlaya saldın. Bu dəfə qulaqlarını aç, yaxşı-yaxşı eşit. Nəbadə ikinci səbəti götürəsən. Şirzad yenə divləri yuxuya verib onların qərsinə girdi. Sürünə-sürünə üzüm anbarına gəldi. Gördü ki, anbar üzüm səbətləri ilə doludur. Ağzı sulandı, səbətin birini qabağına çəkib yeməyə başladı. Səbət boşalan kimi yenə üzümlə doldu. Şirzad səbətin birini götürüb çıxmaq istəyəndə, yenə tamah ona güc gəldi. Dedi:”Ey dili-qafil, heç insafdırmı ki, bu üzümdən bircə salxım da əmimə aparmayım?” Bu fikirlə əlini ikinci səbətə uzadanda bütün səbətlər qışqırmağa başladılar: ”Ay aman, qoymayın, anbara oğru girib”. Səs-küyə divlər oyanıb gəldilər. Şirzad əhvalatı olduğu kimi onlara danıştı. Divlərin böyüyü dedi: - Buralarda bir ağ div yaşayır, onun gözəl bir qızı var. Mən o qızın dərdindən dəli-divanəyəm. Əgər gedib o qızı mənə gətirsən, sənə bir səbət üzüm verərəm. Şirzad onlardan ayrılıb yenə yola düzəldi. Ağ divin qəsrinə çatanda yenə arxadan quşun səsini eşitdi: - Ey tamahkar insan, sən bu dəfə ölümə gedirsən. mənim dediklərimə yaxşı-yaxşı qulaq as. Ağ divin qızı bu saat yeddi günlük yuxuya gedib. Yeddi günlük yuxuya gedəndə o saçlarından çarmıxa çəkilmiş olur. Sən gərək ağ divin tövləsindəki kəhər atı minəsən, sonra qızı yerindən qaldırasan. Əgər qaldıra bilməsən, daşa dönəcəksən. Şirzad hasarı aşıb tövləni tapdı. Tullanıb kəhər atın belinə mindi, birbaş ağ divin qızı yatdığı yerə sürdü. Gördü ki, bu elə gözəl qızdır ki, yemə, içmə, xətti-xalına, gülcamalına tamaşa elə. Əyildi, əlini saldı qızın belinə, nə qədər güc verdisə, qızı qaldıra bilmədi. Qurşağacan daş oldu. Yenə güc verdi, qızı qaldırdı. O saat daş əridi. Qızı aldı atın tərkinə, yoluna davam elədi. Arxadan cürbəcür əcaib səslər eşidilirdi, amma Şirzad çevrilib baxmadı. Bir azdan qız ayıldı, nə qədər elədisə Şirzad onu buraxmadı, qız sakitləşib dayandı. Bir az beləcə getmişdilər ki, elə tufan qopdu ki, gəl görəsən. Şirzad istədi atdan düşüb daldalana. Amma bu vaxt ağ quş caynağında qılıncla peyda oldu. Şirzadı atdan düşməyə qoymadı. Şirzad düz iki saata yaxın qiyamətdə yol getdi. Sonra tufan yatdı. Bir az getmişdilər ki, Şirzad gördü çəmənlikdə belində qızıl yəhər olan bir at otlayır. Şirzad istədi yaxınlaşıb atı tuta, amma bu əsnada ağ quş yenə ildırım kimi sığıyıb atı qovdu. Şirzad ağ quşun bu hərəkətlərinə hirsləndisə də dinmədi. Əlqərəz, bu minvalla gəlib çatdılar üzümü olan divlərin qalaçasına. Ağ quş Şirzada dedi: - Şirzad, mən görürəm sənin bu qızdan xoşun gəlir, onu divlərə vermək heç kişilikdən deyil. Şirzad soruşdu: - Bəs nə edim? - Məni apar, bu qızın yerinə divlərə ver, üzümü götür, dalısı ilə işin yoxdur. Ağ quş bunu deyib həmin qızın cildinə düşdü. Şirzad onu aparıb divlərə verdi. Qayıtdı, qızı da, üzüm səbətini də götürüb yola düşdü. Bir az getmişdi ki, gördü ağ quş qabağındadır. Bu dəfə də onu üzüm yerinə divlərə verdi. Göyərçinləri aldı, karvansaraya gəldi. Burada çırağı olan adama ağ quşu göyərçin əvəzinə verib, çırağı aldı, əmisinin vilayətinə tərəf getməyə başladı. Şəhərə çatanda bir kişi onu səsləyib dedi: - Harda qalmısınız, gəlin çıxın da! Baxdı ki, bu da ağ quşdur. Əmisi Şirzadın gəldiyini bildi, onu təntənə ilə pişvaz elədilər. Əmisi onun gətirdiklərinə baxıb alnından öpdü və dedi: - Afərin oğlum, sən mən deyəni tapıb gətirdin. Şirzadla qıza qırx gün, qırx gecə toy elədilər. Şirzad toy gərdəyinə girəndə ağ quş iki ayağını bir başmağa dirədiki, mən də səninlə gedirəm. Şirzad çox dedi, ağ quş az eşitdi, nəhayət, ağ quş dediyindən dönmədi. Səhər tezdən Şirzad əmisinin yanına gəldi, gecəki əhvalatı danışıb dedi: - Əmi, mən istəyirəm ki, sən ağ quşu bu məmləkətdən qovasan. Əmisi dedi: - Niyə ki, ay bala? Axı o sənə çox yaxşılıqlar eləyib. Bu söhbəti eşidən ağ quş dedi: - Şirzad, de görüm mən sənə nə pislik eləmişəm? Şirzad dedi: - Məni tufanda, qiyamətdə atdan düşüb, daldalanmağa qoymadın, qızıl yəhərli atı tutmaq istəyirdim, qoymadın, bu gecə də ki, belə. Ağ quş dərindən bir ah çəkib dedi: - Tufanda səni ona görə yerə düşməyə qoymadım ki, o tufan qızın atası idi, atdan düşən kimi səni öldürəcəkdi. Nə qədər ki, sən atın üstündəydin, o sənə bata bilmirdi, - bunu deyib üzünü qıza çevirdi, - düzdür, ya yox? Qız başı ilə “hə” cavabı verdi. Ağ quş sözünə davam elədi: - O qızı yəhərli at qızın əmisi idi, sən əlini ona vuran kimi yıxıb atdan yerə salacaqdı, düzdür? Qız yenə onun dediyini təsdiqlədi. - Bu gecə ona görə sənin otağında yatdım ki, qızın qardaşı ağ ilan olub, səni öldürməyə gəlmişdi. Gecə sən yuxuda olanda mən o ilanı öldürmüşəm, düzdür? Qız yenə onun dediyini təsdiqlədi. Ağ quş iri bir ilan cəmdəyini atdı ortalığa. Sonra yenə dərindən bir ah çəkib dedi: - Mənim alnıma yazılmışdı ki, mən gərək bir adama kömək edəm. Əgər o adam mərd çıxsa, ona gedəm, əgər namərd çıxsa öləm. İndi mənim vaxtım tamamdı. Bunu deyib ağ quş dönüb daş oldu. Hamı peşman oldu, amma sonrakı peşmançılıq fayda verməz. Şirzadın namərdliyi onu daşa döndərdi! | |
| | | AyMaRaLCaN
Mesaj Sayısı : 734 Rep Puani : 0 Kayıt tarihi : 26/10/10
| Konu: Geri: Azerbaycan Masalları-Azerbaycan Nağılları Cuma Ara. 23, 2011 12:19 pm | |
| Göyçək Fatma (nağıl)
1
Biri var imiş, biri yox imiş, bircә kişi var imiş, bu kişinin bir arvadı vә bu arvaddan Fatma adında bir qızı var imiş. Fatma çox ağıllı vә gözәl qız imiş. Bir gün Fatmanın anası naxoşlayır vә qızına deyir ki, mәn ölәndәn sonra dәdәn tәzә arvad alacaq, o arvad da sәni çox incidәcәkdir. Amma qara inәyimizdәn müqәyyəd ol, onu özün otar. Qızın anası ölür vә dәdәsi gedib özgә bir arvad alır. Bu arvadın da irәliki әrindәn bir çirkin qızı vardı. Arvad göyçәk Fatmanı çox döyüb incidirmiş. Fatma sәbir edib, hәr gün qara inәyi apararmış otarmağa. Fatmanın analığı ona yun, daraq verәrmiş ki, çöldә darayıb әyirsin. Fatma yunu verәrmiş inәyin ağzına. Qara inәk yunu udar, sonra hazır ipi ağzından çıxarıb verәrmiş Fatmaya. Bir gün Fatma yun daradığı yerdә külәk onun әlçiminin birini götürüb qalxızdı havaya. Fatma bunun dalınca yüyürüb dedi: “Qanadına qurban, yel baba, әlçimimi sal, baba!” Yel onun әlçimini götürüb bir bacadan saldı. Fatma evә girib gördü ki, burada bir heybәtli qarı oturub, alt dodağı yer süpürür, üst dodağı göy. Qarı qabağına bir qurbağa qoyub onu sığallayır. Bu, div anası idi. Fatma qarıya baş әyib dedi ki, mәnim әlçimimi ver. Qarı dedi: “Gәl başıma bax, sonra verim.” Fatma onun başına baxanda gördü ki, ilan-qurbağa ilә doludur. Qarı soruşdu: “Mәnim başım yaxşıdı, ya ananın başı?” Fatma cavab verdi ki, sәninki yaxşıdır. Qarı soruşdu: “Bu qurbağa göyçәkdir, yoxsa insan?” Fatma dedi: “Könül sevәn göyçәkdir.” Fatmanın sözlәri qarıya xoş gәldi. Qarı onun әlçimini verib dedi: “Gedәrsәn, qabağına bir ağ su, bir qara su vә sonra bir qırmızı su çıxacaq. Ağ suda çimәrsәn, qara su ilә saçını yuyarsan, qırmızı sudan yanaqlarına sürtәrsәn.” Bir dә qarı öz tükündәn verdi vә dedi ki, mәn sәnә lazım olsam, yandırarsan, yanında hazır olaram. Fatma tükü götürüb, necә ki, qarı demişdi, elә dә elәdi. Qabaqca ağ suda çimdi, sonra qara suda saçlarını yudu vә qırmızı sudan götürüb dodağına, yanaqlarına çәkdi. Elә göyçәk oldu, misli vә bәrabәri tapılmadı. Analığı Fatmanın gec gәldiyini görüb qızına dedi: “Çıx, gör Fatma necә oldu.” Qızı çıxıb gördü ki, Fatma gәlir, amma elә gözәllәşib ki, adam baxanda gözü qamaşır.
2
Fatma evә gәlәndә analığı onu danladı. Qızın gözәlliyini görüb soruşdu: “Haradan sәn belә gözәl oldun?!” Fatma başına gәlәni analığına söylәdi, o da sabahısı günü Fatmaya dedi ki, indi sәn evdә otur, qoy bu gün mәnim qızım getsin inәyi otarmağa. Ana öz qızına yun, daraq verdi. Yel bunun da әlçimini götürüb qaçırdı vә gәtirdi hәmin damın bacasından saldı. Qız әlçimin dalınca yüyürüb içәri girdi vә qarıya dedi: “Әlçimimi ver.” Qarı dedi: “Başıma bax, sonra verim.” Qız onun başına baxanda qarı soruşdu: “Mәnim başım yaxşıdır, yoxsa nәnәnin başı?” Qız dedi: “Sәnin başın pisdir, nәnәmin başı yaxşıdır.” Qarının buna acığı tutub dedi: “Gedәrsәn, qabağına bir ağ su çıxar, bir qara su. Qara suda çimәrsәn, ağ suda başını yuyarsan.” Qız ağ suda başını yuyub qara suda çimdi, daha da çirkin vә kifir oldu. Anası bunu görüb Fatmaya bәrk acığı tutdu vә hirsindәn az qaldı çatlasın. Fatmanın acığına istәdi onun inәyini öldürsün. Çünki işlәrin başı inәk idi. Bir gün arvad dalına bir-iki lavaş bağlayıb, üzünә zәfәran çәkib girdi yorğan-döşәyә. Әri evә gәlәndә arvad bir o yana, bir bu yana döndü, lavaşı dalında qırdı. Әri soruşdu: “Arvad, sәnә nә olub sümüklәrin elә şaqqıldayır vә rәngin belә saralıbdır?” Arvad dedi: “Bәrk naxoşam, ölürәm, qara inәyi gәrәk kәsәsәn. Mәn onun әtindәn yesәm, bәlkә dirilәm.” Kişi istәmәdi Fatmanın inәyini öldürsün. Amma әlacı kәsilib dedi: “Qoy Fatma evdәn bir yana getsin, inәyi kәsim.” İnәk bunların fikrini qanıb Fatmaya dedi: “Mәni kәsәcәklәr. Amma sәn mәnim әtimdәn yemә vә sümüklәrimi yığıb bir yerdә basdır. Hәr vaxt istәsәn gәl o yerә, üstünü aç, orada bir dәst paltar vә bir cüt qızıl başmaq taparsan.” Fatma inәk ilә evә qayıdanda atası onu iş dalınca göndәrib inәyi kәsdi. Fatma qayıdıb inәyini ölmüş görüb çox ağladı. Haray hara çatacaqdı? İnәyin әtindәn heç yemәdi vә sümüklәrini yığıb bir yerdә quyuladı.
3
Sabahdan xәbәr çıxdı ki, padşahın oğluna toy olur. Fatmanın analığı yerә bir çanaq darı sәpib dedi ki, bunları bir-bir yığarsan çanağa. Yanında bir küp dә qoyub dedi: bunu da ağlayıb gözünün yaşı ilә doldurarsan. Öz qızını da geyindirib-kecindirib apardı toya. Yazıq Fatma qәmgin oturub başladı ağlamağa. Birdәn qarı yadına düşdü. O verdiyi tükü yandırdı. Hәmin saat qarı hazır oldu. Fatma başına gәlәni ona söylәdi. Qarı dedi: “Qәm yemә, tezlik ilә hamısı başa gәlәr.” Qarı ayağını vurdu yerә. O dәqiqә yerdәn bir toyuq yanının cücәlәri ilә çıxdı, darını tәmiz dәnlәdilәr, çanağı qarının gәtirdiyi başqa darı ilә doldurdular. Qarı Fatmaya dedi: “Küpü dә tәmiz su ilә doldurub içinә bir ovuc duz tök, o da olsun göz yaşı.” Sonra Fatma ilә qarı getdilәr inәyin sümüyü basdırılan yerә. Buranı qazıb gördülәr ki, bir dәst zәrif ipәk parçadan libas vә bir cüt qızıl başmaq çıxdı. Burada çoxlu qızıl da vardı. Qarı libası, başmağı geyindirdi Fatmaya vә bir az qızıl, bir az da torpaq götürüb Fatma ilә getdilәr toya. Burda qarı dedi: “Bu qız mәnim nәvәmdir, qoyun bu da oynasın.” O, Fatmanın bir ovcuna qızıl, bir ovcuna da torpaq qoyub tapşırdı ki, analığının tәrәfinә oynayanda onların üzünә torpaq sәp, özgәlәrin tәrәfinә oynayanda qızıl. Fatma da çox gözәl oynayırdı. Hamı onun oynamağına aşiq oldu. Amma analığı tәrәfә oynayanda torpaq sәpdi, özgәlәri tәrәfә oynayanda qızıl. Oynayandan sonra Fatma tәlәsik qayıtdı evә. Çox tәlәsdiyinә görә körpüdәn keçәndә başmağının bir tayını saldı suya. Fatmanın analığı toydan qızı ilә qayıdıb gördü ki, Fatma evdә oturub, öz tapşırdığı işlәri dә yerinә yetirib. O çox qәzәbli idi. Fatma soruşdu: “Ay ana, toyda nә gördünüz?” Analığı acıqlı dedi ki, heç zad görmәdik, bir günü qara gәlmiş qız çıxdı, oynadı, özü dә sәnә oxşayırdı. Biz tәrәfә oynayanda torpaq sәpirdi, özgәlәri tәrәfә oynayanda qızıl-gümüş sәpirdi. Fatma dedi: “Mәn evdәn çölә çıxmamışam, sәn buyurduğun işlәrin dalınca olmuşam.”
4
Bir gün padşahın oğlu ova çıxdı. Körpünün yanından keçәndә istәdi ki, atına su versin. At suya yaxınlaşanda xorruyub su içmәdi. Padşahın oğlu adam saldırıb çayı axtartdı. Onun içindәn bir qızıl başmaq tapdılar. Başmaq çox zәrif idi. Padşahın oğluna çox xoş gәldi. İstәdi ki, nә tövr olsa, axtardıb onun yiyәsini tapsın vә özünә alsın. Çox gәzdilәr, tapmadılar. Carçılar car çәkәndә Fatmanın analığı eşitdi, onun әl-ayağını bağlayıb saldı tәndirә vә öz qızının ayaqlarını yuyub qazıdı. Padşahın oğlunun adamları axtara-axtara gәlib çıxdılar Fatmagilin evinә. Çirkin qızın ayağına başmağı geydirdilәr, olmadı. Soruşdular ki, sizin evdә özgә qız yoxdurmu? Fatmanın analığı cavab verdi ki, yoxdur. Amma Fatmanın bir xoruzu var idi, bu xoruz başladı banlamağa: Fatma bacım tәndirdә, Ayaqları kәndirdә! Arvad nә qәdәr istәdi xoruzu qovsun, olmadı. Xoruz sıçradı damın üstә, uca sәs ilә banladı: Fatma bacım tәndirdә, Ayaqları kәndirdә! Padşahın adamları bunu eşidib, tәndirә baxdılar: gördülәr ki, bunun içindә bir gözәl qız әl-ayağı kәndir ilә bağlanmış yıxılıbdır. Qızı çıxardıb başmağı onun ayağına geydirdilәr. Gördülәr ki, başmaq elә bil onun ayağına biçilibdir. Apardılar padşahın oğluna. Padşahın oğlu bunu görәn kimi cani-dildәn aşiq oldu vә yeddi gün-yeddi gecә toy elәyib Fatmanı özünә arvad aldı. Yedilәr, içdilәr, yerә keçdilәr, siz dә yeyin, için, muradınıza yetişin! | |
| | | AyMaRaLCaN
Mesaj Sayısı : 734 Rep Puani : 0 Kayıt tarihi : 26/10/10
| Konu: Geri: Azerbaycan Masalları-Azerbaycan Nağılları Cuma Ara. 23, 2011 12:20 pm | |
| Üç şahzadə 1
Biri var idi, biri yox idi, bir padşah var idi. Bu padşah çox pul xərcləyib oğlanlarını oxutmuşdu. Oğlanlar öz zamanlarının dərslərini irəvan eləyib elm dəryası olmuşdular. Günlərin bir günündə xəbər çıxdı ki, oğlanlar dərslərini qurtarıb gəlirlər. Di şəhər bəzəndi, dəsgah... Oğlanlar gəldilər. Bir neçə gün keçəndən sonra, padşah bir gecə böyük oğlunu yanına çağırıb dedi: - Oğul, daha oxuyub dərsinizi qurtardınız, elə mən də qocalmışam, istəyirəm sabahdan padşahlığı verəm sənə, ortancıl qardaşını sənə vəzir, kiçik qardaşını da vəkil təyin eləyirəm. Oğlan doğrudan da çox ağıllı oğlan idi, dedi ki: - Dədə, mən təzə gəlmişəm. Bütün ömrümü qürbətdə keçirmişəm. Ona görə də camaatı, vilayəti necə dolandırmaq lazımdı, hələ bacarmaram. Padşah oğlundan heç belə cavab gözləmirdi. Elə ki, bunu eşitdi, dedi: - Get, ancaq qardaşlarına bu barədə heç bir söz demə! Belə deyib oğlunu mürəxxəs elədi. Sabahı gecə ortancıl oğlunu çağırıb dedi ki: - Oğul, istəyirəm padşahlığı verəm sənə, böyük qardaşını vəzir, kiçiyi də vəkil təyin eləyəm. Oğlan dedi: - Yox, bunu mən qəbul eləmərəm. Məndən böyük qardaşım var, padşahlıq ona verilməlidi. O, dura-dura mən padşah olmaram. Padşah bunu da mürəxxəs eləyib tapşırdı ki, qardaşlarına bir söz deməsin. Üçüncü gecə kiçik oğlunu çağırıb ona da haman sözləri dedi, o da cavab verdi ki: - Böyük qardaşım dura-dura mən padşahlığı qəbul eləmərəm. Padşah bunu da mürəxxəs eləyib tapşırdı ki, qardaşlarına bu barədə heç bir söz deməsin. Qardaşlar üçü də bu işdən pəcmürdə olmuşdular. Axırda ki, özlərini saxlaya bilməyib məsələni açdılar. Baxdılar ki, padşah üçünə haman sözləri deyib. Fikirləşdilər ki, indi ki, biz onun sözünü rədd eləmişik, bizə bundan sonra pis nəzərnən baxacaq. Yaxşısı budu ki, biz də hələlik hirsi soyuyanacan çıxaq səyahətə. Di padşaha adam göndərdilər, padşah razılıq verdi. Tədarük görüldü, lazım olan şeylər hazırlandı, oğlanlar üçü də dədələrinin görüşünə gəldilər. Padşah böyük oğlunun alnından öpüb dedi: - Get, oğul, ancaq yadında qalsın, qabağına çıxan qisməti təpikləmə... Ortancıl oğlunun alnından öpüb dedi: - Gördün ki, bir məqsuda çatacaqsan, ona çatmaq üçün tələsmə! Kiçik oğlunun alnından öpüb dedi: - Həmişə dara düşəndə qocaların məsləhətinə qulaq as! Oğlanların üçü də görüşüb, atları minib yola düşdülər. Gəlib yetişdilər bir özgə padşahın vilayətinə. Bir neçə vaxt qaldılar burda, bunların kamalları şəhərdə hamını heyran elədi. Bu şöhrət axırda gedib bu məmləkətin padşahına çatdı. Padşah bunların üçünü də qonaq çağırdı. Di bir az söhbət eləyəndən sonra yemək gəldi. Padşah ayağa qalxıb dedi: - Mən ac deyiləm, siz özünüz necə ki, kefinizdi yeyin, məni bağışlayın! Padşah bunu deyib o biri otağa keçdi. Onun məqsədi ayrı idi. O, istəyirdi ki, onları tək qoyub, özü onlara tamaşa edib görsün, doğrudan necə adamlardı. Odu ki, qapının dalında əyləşib onları seyr eləməyə başladı. Böyük oğlan ortadakı qızarmış quzudan bir az kəsib elə ağzına qoycaq tüpürdü yerə. O biriləri soruşdular ki: - Nə olub? Böyük qardaş üzünü turşudub dedi: - Bu quzu əti deyil, it ətidi. Padşah bunu eşidib hirsləndi ki, onlar necə cəsarət eləyib onun ətini it ətinə oxşadırlar. Elə istəyirdi ki, girib onları tutdursun, bu halda ortancıl qardaş əlini uzatdı şəraba. Şərabdan bir stəkan töküb ağzına yaxınlaşdırcaq, tüpürdü yerə. Soruşdular: - Nə oldu? Dedi: - Bu şərab deyil, insan qanıdı. Kiçik oğlan dedi: - Yaxşı, aşpazdan əmələ gəlmiş bicdən daha bundan artıq nə gözləmək olar ki? Padşah bunu eşidəndə lap dəli oldu. Vaxt elədi ki, hirsindən bağrı çatlasın. Bir istədi ki, üçünün də boynunu vurdura. Ancaq bir az fikir eləyib öz-özünə dedi: - Yaxşısı budu, çağırım bir aşpazdan, şərabçıdan soruşum, sonra. Çağırdı aşbazı: - De görüm, bu gün bişirdiyin quzunu haradan almışdın? Aşpaz dedi: - Şah sağ olsun, çoban sürüdən gətirmişdi. Padşah əmr elədi çoban gəldi. - Bu quzunu hardan gətirmişdin? - Şah sağ olsun, sürüdən. - Çoban, bu quzudan it əti tamı gəlir, bir əməlli fikirləş! Çoban bu sözü eşidəndə başladı yarpaq kimi tir-tir titrəməyə. Padşah dedi: - Qorxma, de görüm bu nə işdi? Çoban dedi: - Padşah sağ olsun, həmin quzu anadan olandan iki gün sonra anasını qurd parçalamışdı. Biz fikirləşdik ki, ta bu böyüyüb bizə qoyun olmayacaq. Odu ki, ötürdük başına. Elə çəpindən həmin otlaqda bizim, üzdən iraq itimiz də qancıqlamışdı. Bir gün mən gəlib gördüm ki, həmin quzu iti əmir, ta buna heç fikir vermədim. Siz indi it ətinin tamı deyəndə yadıma düşdü, o yəqin o quzu olacaq.
2
Padşah baxdı ki, böyük oğlanın dediyi doğru çıxdı. Onun mürəxxəs eləyib çağırdı şərabçını. Soruşdu ki: - Bugünkü şərabı hardan gətirmişdin? - Meyxanadan, qibleyi-aləm sağ olsun! - Bu şərab haranın üzümündəndi? - Güllü bağın. - Bu bağı kim saldırıb? - Sənin rəhmətlik atan. - Bilmirsən, o bağın yeri qabaqca nə imiş? - Şah sağ olsun, o bağın yeri qabaqca qəbiristanlıq idi. Sənin rəhmətlik atan oranı sökdürüb üzüm bağı elədi. Padşah baxdı ki, ortancıl oğlanın dediyi də doğru çıxdı. Öz-özünə fikirləşdi, yaxşı, bunlar doğru oldu. Amma xırdanın hökmən boynunu vurduracağam. Çünki ta mən heç vəchlə aşbazdan əmələ gəlmiş bic deyiləm. Atam bəlli, anam bəlli. İstədi cəlladı çağıra, sonra fikirləşdi, yaxşı, bunların ikisinin də sözü düz çıxdı. Bəlkə elə bu da düzdü, oldu-oldu da... Qoy bir anamdan soruşum. Qılıncı çəkib girdi anasının yanına ki: - Ana, düzün de görüm, mənim atam kimdi? Arvad dedi: - Buy, ay bala, bu nə sözdü? Sənin atan bu vilayətin padşahı Aslan şah. Bu nə sözdü soruşursan? - Yox ana, düzün deməsən, bax bu qılıncdı, sənin canın. Mənə deyiblər ki, mən padşah oğlu deyiləm, aşbaz oğluyam. Arvad gördü ki, iş xarabdı, kimsə əhvalatı bilib, ona xəbər verib. Ona görə də çar-naçar əhvalatın düzünü açıb deməyə vadar oldu. Dedi: - Bala, indi ki, bilirsən, bil, ta allahdan gizlin deyil, səndən nə gizlin. Mənim həmişə qızım olurdu, heç oğlum olmurdu, Aslan şah da oğlan istəyirdi. Bir gün yenə allahın məsləhəti ilə mənim və`dəm keçdi. Sancım başlayan günü şah mənə dedi: - Əgər bu dəfə də qızın olsa səni öldürəcəyəm. İşin çəpindən uşaq yenə qız oldu. Mən düşdüm qarın ağrısına. Mənim bir yaxşı dayəm var idi. Gəlib gizlincə mənə dedi ki, bu gecə aşbazın bir oğlu olub, gəl uşaqları onunla dəyişdirək. Sən həmin o uşaqsan. Padşahın gözləri heyrətindən bərəlib lap dörd oldu. - Bəs mənim əsil atam, anam necə oldu? - Sənin əsil atan, anan da, mənim əsil qızım da o böyük taunda öldülər. Padşah daha heç bir söz deməyib çıxdı. Lap mat qalmışdı. Oğlanların dediklərinin hamısı doğru olmuşdu. Bir baş gəldi oğlanların yanına, əyləşdi, başladı söhbətə: - Mən buna lap mat qalmışam. Siz çörək yeyəndə mən qapının deşiyindən qulaq asırdım. Sizin sözlərinizin hamısını eşitdim. Oğlanlar qızardı. Padşah dedi: - Yox, qızarmayın! Məsələ burasındadı ki, dedikləriniz lap düz çıxdı. İndi mən bir şeyə mat qalmışam ki, siz bunları hardan bilirsiniz? Böyük oğlan dedi: - Şah sağ olsun, mən quzunun ətindən yeyəndə dedim ki, bu it ətidi. Çünki gördüm ki, bu qoyun əti tamı vermir. Demək bu başqa heyvan olacaq. Sürüdə də itdən başqa heyvan olmaz. Odu ki, dedim bu yəqin it əti olacaq. Padşah ortancıla dedi: - Yaxşı, hələ sən hardan bildin ki, şərab insan qanıdı? - Şah sağ olsun, mən şərabı ağzıma alcaq məni bir cür iy basdı. Mən ondan bildim ki, bu insan qanı olacaq. Padşah üzünü tutdu kiçik oğlana ki: - Yaxşı, bəs sən niyə hələ elə başından yekə qələt elədin? Oğlan dedi: - Şah sağ olsun, düzdü, mənim dediyim yaxşı söz deyil. Ancaq məsələ burasındadı ki, elə deyəsən elədi ki, var. Axır hərçənd ki, biz sənə demişik ki, biz tacir oğluyuq, amma yalan demişik. Biz səndən də böyük bir padşahın oğluyuq. Bizim atamız gələn qonaqlarla oturar, durar, söhbət edər, amma heç xörək haqqında danışmaz. Amma sənin söhbətin elə bu barədə oldu ki, ay nə bilim küftəbozbaşı belə bişirirlər, dolmanı belə bişirirlər, plovun yağını nə vaxt tökərlər, qayğanağın şirəsini nə vaxt vurarlar. Mən gördüm ki, sən xörəkdən başqa heç bir söhbət eləmirsən, fikirləşdim ki, yəqin bunun aşbazla bir qarışığı var. Gecə padşah böyük oğlanı çağırıb dedi: - Oğlan, görürəm sən bir ağıllı, kamallı oğlansan. Mən də ta qocalmışam. Övlad qismindən yaxşı bir qızım var. Gəl elə onun kəbinini kəsdirim sənə, padşahlığı da verim sənə, mən bu qoca vaxtımda bir az rahatlanım. Oğlan məsələni qardaşlarına açdı, onlar razı olmadılar. Böyük oğlan dedi: - Yox, dədəm mənə deyib ki, qabağına çıxan qisməti təpikləmə! Bu bir qismətdi ki, mənim qabağıma çıxıb. Mən qalacağam. Atalarının sözü onların da yadlarına düşdü. Hamısı razılaşdılar. Qırx gün, qırx gecə toy elədilər, padşah qızı da, tacı da verdi oğlana. Qardaşları bununla görüşüb yola düşdülər. Bir neçə gün gedəndən sonra gəlib iki yolun ayrıcına çatdılar. Öpüşdülər, görüşdülər, ortancıl oğlan bir yolnan, kiçik oğlan da bir yolnan getməyə başladılar. Kiçik oğlan getməkdə olsun, biz görək ortancıl oğlanın başına nə gəldi. Ortancıl oğlan gedib, gedib bir şəhərə çatdı. Şəhərin meydançasına çatanda gördü ki, camaat yığışıb divara vurulmuş bir şəklə baxırlar. Yaxınlaşdı, baxdı ki, bir qız şəklidi. Amma qız nə qız... Elə bir qızdı, elə bir qızdı ki, yemə, içmə xətti-xalına, gül camalına tamaşa elə! Orada duranlardan birinə yanaşıb soruşdu: - Qardaş, bu nə şəkildi? - Yəqin ki, sən bu şəhərə təzə gəlmisən? - Bəli. - Bu bizim padşahın qızının şəklidi. - Bəs bura niyə vurublar? - Ərə vermək üçün. Oğlan bir könüldən min könülə vuruldu bu qıza. Soruşdu ki: - Bəs yaxşı, axı mən anlamıram, bunu bura niyə vurublar? Niyə alan yoxdu ki, belə müştəri axtarırlar? - Yox, istəyən çoxdu. İndiyə kimi bir çox pəhləvanlar, bir çox şahzadələr gəlib bu qızı istəyiblər.
3
Ancaq burda gizlin bir sirr var ki, o qızı istəmək üçün saraya girənlərin biri də qayıdıb eşiyə çıxmır. Bu saat bütün bu şəhər camaatı bu qıza aşiqdi. Ancaq bu işin qorxusundan bir adam cəsarət eləyib elçi göndərə bilmir. Oğlan dedi. - Bu qızı mən alacağam. Kişi gülümsünüb dedi: - Yazıqsan oğlan! Sən yaxşı bir cavansan, özünə hayıfın gəlsin, bu sevdadan vaz keç! Oğlan dedi: - Yox, hər nə təhər olsa, mən gərək bu qızı alam. Kim ona nə dedisə beyninə girmədi. Sabahısı günü düz birbaş getdi padşahın yanına. - Padşah sağ olsun, mən gəlmişəm sənin qızını almağa. Padşah çox razılıqla onu qəbul elədi. Ancaq dedi ki: - Doğrudu, axırda bir oğlan bir qızın, bir qız bir oğlanındı. O da doğrudu ki, mənim qızım mənim sözümdən çıxmaz. Ancaq mən onun sonrakı bədbaxtlığına bais olmaq istəmirəm. Sən çox da mənim xoşuma gəlirsən. Bəlkə heç qızın xoşuna gəlməyəcəksən. Ya elə qız özü sənin xoşuna gəlməyəcək. Mənim şərtim budu. Səni sabah qızımnan ötürərəm bir otağa. Orda bir-iki saat bir-birinizlə söhbət edərsiz. Əgər ikiniz də bir-birinizi bəyənsəniz, ondan sonra baş üstə! Oğlan bu təklifə lap ürəkdən razı oldu. Özü də çox şad oldu. Daha bundan yaxşı nə ola bilər ki?.. Sabahısı oğlanı gətirdilər qızın otağına. Qız nə qız. Huri, mələk. Şəkildəkindən beş qat gözəl, şəhla gözlü, şirin sözlü, hilal qaşlı, balınc döşlü, fındıq burunlu, açıq alınlı, güləbətin ətəyi, dili bal pətəyi, dişləri siçan dişi kimi, ta nə deyim, gəl məni gör, dərdimdən öl... Oğlan huş-bihuş yerində dayandı. Nazənin məxmər döşəyin üstündən qalxıb süd kimi ayaqlarını fərşin üstünə basa-basa oğlana tərəf gəlməyə başladı. Oğlan ta lap özünü itirdi. Elə handa-handaydı ki, yıxılsın, şümşad qollar Hindistan ilanı kimi dolandı oğlanın boynuna. Oğlan ayıldı, tez dala çəkildi, qız irəlilədi. Qız güclə onu qucaqlamaq istəyirdi. Oğlanın gözləri kəlləsinə çıxmışdı. Elə az qalırdı ki, qucaqlayıb o gülab süzülən dodaqlardan doyunca özünü sirab eləsin, birdən atasının sözü yadına düşdü: «Gördün ki, bir məqsuda çatacaqsan, ona çatmaq üçün tələsmə!..» Oğlan elə bil ki, yuxudan ayıldı. İlan vurmuş adamlar kimi yerindən tullanıb, dala qaçdı. Qız qovdu, oğlan qaçdı, qız qovdu, oğlan qaçdı, axırda oğlan gördü ki, yox, bunun əlindən qurtarmayacaq, özün vurdu qapıya, qapı da bağlı... Çəkildi dala, qız hən-hün eləyib bunu tutuncan oğlan qapıya bir təpik çəkdi, qapı sındı. Oğlan bayıra tullandı. Baxdı ki, əlində yalın qılınc bir adam orda hazır durub. Bayaq ha yıxılıb özündən getdi. Bu əhvalatdan üç gün keçmiş oğlan yuxudan ayılıb özünü ipək yorğan-döşəkdə gördü. Yanında da bir çox dava-dərman var idi. Baxdı ki, başı yaman ağrıyır. Əlini atdı başına, gördü ki, başını səritdiyib bağlayıblar. Lap məəttəl qalı. Bu vaxtı bir də nə gördü. Qız barmaqlarının ucunda yavaş-yavaş girdi evə. Daha bu halı necə ki, lazımdı deyə demirəm. Həftə keçdi, gün keçdi, oğlan yaxşı oldu. Ta bir adama ki, öz məşuqəsi dava-dərman verə, bir naxoş ki, öz yari-nazəninin əlindən dərman içə, əlbət ki, sağalar. İndi yavaş-yavaş oğlan başlamışdı gəzməyə. Bir gün yenə oğlan qızla oturmuşdular bağda, padşah gəldi bunların yanına. Oğlan ondan soruşdu: - Şah sağ olsun, mən axı bir şeyə məəttəl qalmışam. Mən yıxılan günü, əlində qılınc qapıda durub məni qorxudan kim idi. Padşah gülüb dedi: - Mən qızımı bir halal süd əmmiş namuslu adama ərə vermək istəyirdim. Ona görə də belə bir qənir götürdüm. Kim mənim qızımı gəlib istəyirdisə, mən onu salırdım qızımın yanına. Özüm də əlimdə qılınc qapının deşiyindən baxırdım. Qıza da tapşırmışdım ki, oğlanla mazaq eləyib onu dingildətsin, necə ki, sən özün də bunu gördün. Elə ki, qız belə eləyirdi, oğlanın əlbəhəl halı dəyişib ayrı fikirlərə düşürdü. Əlbəhəl namussuz adam olduğunu bilirdim. Mən də əlimdəki qılıncla başını bədənindən ayırıb yer üzünü belənçik nakəslərdən təmizləyirdim. Amma sən doğrudan da halal süd əmmiş adamsan. Çünki qız nə qədər sənə soxuldusa, sən qaçdın. Oğlan dedi: - Çünki mənim atam mənə vəsiyyət eləyib ki, «elə ki, gördün bir məqsuda çatacaqsan, ona çatmaq üçün tələsmə». Padşah toy eləyib qızı verdi ona, padşahlığı da ona tapşırıb qoca günlərində hərəmxanasına çəkildi. Bu da burda öz keyfində olsun, biz görək kiçik oğlan nə oldu. Kiçik oğlan gedib-gedib bir şəhərə yetişdi. Bir gün şəhəri gəzə-gəzə lap çıxdı qırağa. Qabağına bir gözəl dam-daş çıxdı. Evin pəncərəsindən bir qız baxırdı, bir qız baxırdı ki, getmə gözümdən, gedərəm özümdən. Oğlan bir ürəkdən min ürəyə qıza elə vuruldu ki, heç məcnun da bu boyda vurulmamışdı. Axşamacan qaldı orda. Gecə çıraqlar yanandan sonra gəldi şəhərə, amma elə fikri oradaydı. Gecə düşdüyü hicrədəki yoldaşına dərdini açdı. O adam əhvalatı buna danışdı. Deməginən bu qız padşahın qızı imiş. Padşah onu kimə vermək istəyibsə qız getməyib, ona görə də padşah onu dədə malından məhrum eləyib, evindən qovub. O da həmən o dam-daşı tikdirib özün də tilsimbənd eləyib oturub orda. İndi o tilsimi açmağa nə qədər pəhləvanlar gəlibsə, düşüb qalıblar orada. Oğlan dedi: - Mən o qızı alacağam. Səhər getdi padşahın yanına. Padşah onu lap yaxşı ürəyi istəyən kimi qəbul eləyib dərdini soruşdu, oğlan öz fikrini dedi. Padşah dedi: - Mən lap ürəkdən buna şadam. Ancaq vallah onun ixtiyarı mənim əlimdə deyil. O olub bir çəpəl sehrkun. Oğlan dedi: - Mən onun tilsimini sındıraram. Ancaq necə ki, sən onun atası, başının sahibi, əvvəl sənin yanına gəlmişəm.
4
Oğlan ordan çıxıb soraqlaşdı, öyrəndi, bu şəhərdə lap qoca bir adam tapıb onun yanına getdi. Qoca ona dedi: - Bala, o tilsimi sındırmaq üçün bircə yol var. O da budu ki, qızın iki qarabaşı var. Bunlar həftədə bir gün gəlib bazardan lazım olan şey-şüy alıb aparırlar. O qarabaşlardan birini gərək pul gücünə aldadıb tilsimin sirrini öyrənəsən. Oğlan gedib kəsdi bazar yolunun üstünü. Qızları axır ki, aldadıb, tilsimin sirrini öyrəndi. Sabahısı gedib padşaha məlum elədi ki, mən bu gün tilsimi sındıracağam. Bunu deyib üz qoydu şəhərin qırağına, qızın dam-daşına tərəf. Şəhərin əhalisi əhvalatı eşidib yığışdılar bura. Oğlan altdan geyinib üstdən qıfıllandı, iki şaqqa ət götürüb girdi evə. Baxdı ki, qarabaşların dediyi kimi pilləkanın qabağında bir aslan, bir də bir qaplan bağlanıb. Qızların öyrətdiyi kimi ətin bir parçasını aslana, o birini qaplana atdı, ayaq qoydu pilləkana. Qapıdan keçəndə göydən asılmış sehirli qılınc aşağı endi. Tez yanındakı divarda duran düyməni basdı. Qılınc sındı, düşdü yerə. Girdi evə. Baxdı ki, hər tərəf od alıb yanır. Odun içindən də bir əcdaha buna həmlə eləyir. Qızların öyrətdiyi kimi özün atdı əcdahanın üstünə. Yapışıb boğazından bunu boğdu. Hər tərəfi tüstü bürüdü. Tilsim sındı. Camaat çöldə durub oğlana heyifsilənirdilər. Bir də gördülər ki, oğlan budu qız qucağında çıxdı balkona. Camaatdan bir gurultu qopdu ki, ta nə təhər. Qız düşdü, gəldi atasının bərabərinə. Onun əlindən öpüb dedi: - Ata, sən məni hər yoldan keçənə vermək istəyirdin, mən də buna razı deyildim. İndi bu oğlan, deyəsən, elə mən axtardığımdı. Sən urusqat versən, mən bu oğlana üç sual verərəm, cavablarını qaytara bilsə, gedərəm buna. Padşah razı oldu. Qız oğlana dedi: - İndi get, mənim sorğularımı gözlə! Sabahısı-gün qız oğlana bir zümrüd göndərdi. Oğlan getdi bazara, bir dənə zəbərcəd alıb qoydu bunun yanına, qaytardı dala. O biri gün qız oğlana bir dənə almaz göndərdi. Oğlan almazı bir daş altdan, bir daş üstdən qoyub əzdi, bir dəsmala bağlayıb qaytardı dala. Üçüncü gün qız oğlana bir brilyant göndərdi. Oğlan gedib bazara, ondan da qiymətli brilyant aldı, iki dənə də yaqut, hamısını bir yerdə göndərdi qıza. Qız atasına xəbər göndərdi ki, oğlan suallara cavab verib. Kəbin kəsildi, toy oldu. Elə ki, toy qurtardı, padşah oğlanı da, qızı da yanına çağırıb soruşdu: - Yaxşı, iş qurtardı, indi sən mənə de görüm, bu tilsimi necə sındırdın? Oğlan dedi: - Mənə atam tapşırmışdı ki, çətinliyə düşəndə qoca adamların məsləhətinə qulaq as! Odu ki, mən də bir qoca tapıb onun məsləhətiynən tilsimi sındırdım. Padşah üzünü qızına tutub dedi: - Bəs sən nə sual verdin, o sənə nə cavab verdi? Qız dedi: - Mən birinci dəfə ona bir dənə zümrüd göndərdim ki, mən atam-anam üçün zümrüd kimi bahalıyam, sən məni ala bilməzsən. Oğlan dedi: - Mən sənin fikrini anladım. Odu ki, bir dənə zəbərcəd alıb göndərdim ki, çox da qoltuqların şişməsin. Elə mən də ata-anam üçün zəbərcəd kimi qiymətliyəm. Qız dedi: - Mən ikinci dəfə bir almaz göndərib dedim ki, mən almaz kimi bərkəm, sən mənim arzularımı yerinə yetirə bilməzsən. Oğlan dedi: - Mən başa düşdüm, ona görə də almazı əzib sənə göndərdim ki, əgər sənin arzuların hadağadan çıxsa, o arzuları mən beləcə əzərəm. Qız dedi: - Sonra mən bir dənə brilyant göndərdim ki, mən brilyant kimi gözələm. Oğlan dedi: - Mən başa düşdüm. Odu ki, ondan da qiymətli bir brilyant alıb sənə göndərdim ki, elə mən də gözələm. Ancaq yanına da iki yaqut qoydum ki, indi gör bizim kimi iki gözəldən iki dənə də yaqut kimi oğlan dünyaya gəlsə, nə qiyamət olar... Padşah bunların ağıl-dərrakəsini görüb yavaşca durdu ayağa, tacı götürüb qoydu oğlanın başına. Qardaşlar bir neçə ildən sonra birləşib getdilər atalarının yanına. Ataları böyük dəsgahla onların qabağına gedib gətirdi evə. Əhvalatı biləndən sonra onların alnından öpüb dedi: - Mən onda qəsdən elə elədim ki, siz çıxıb, gedib özünüzə çörək axtarasınız. Çünki öz əli ilə qazanmayıb ata malına göz tikənlər axırda bədbəxt olarlar. | |
| | | AyMaRaLCaN
Mesaj Sayısı : 734 Rep Puani : 0 Kayıt tarihi : 26/10/10
| Konu: Geri: Azerbaycan Masalları-Azerbaycan Nağılları Cuma Ara. 23, 2011 12:21 pm | |
| Ağıllı qoca
1
Biri var imiş, biri yox imiş, uzaq keçmişlərdə qəddar bir padşah var imiş. Bu şahın qoyduğu qanuna görə övladlar əldən düşmüş qoca ata-analarını səbətə qoyub dallarına alar, aparıb əlçatmaz, sıldırım bir qayaya qoyarlarmış. Qayanın hansı səmtinə baxsaydın qalaq-qalaq insan sümüyü görərdin. Bu açıq qəbiristanlığın yüksək qayalıqları insan ətinə dadanmış quşların məskəni idi. Bütün quşlar zirvədə dayanıb yeni gətiriləcək insanı acgözlüklə gözləyirdilər. Səbətdə qoca gətirən insanın başının üstündə dövrə vurar, tük ürpədən heybətli səs çıxarardılar. Adam diri qocanı yerə qoyub aralanan kimi qaraquşlar, quzğunlar həmin qocanı didik-didik edib yeyər, quruca sümüklərini saxlayardılar. Qoca adamları bu cür dəfn etmək adətə çevrilmişdi. Qəddar şahın qoyduğu bu qanundan heç kəs imtina edə bilməzdi. Günlərin bir günündə İbrahim adlı bir oğlan atasının əldən-ayaqdan düşdüyünü görüb, ona dedi: -Gedək, ata, artıq sənin vaxtındır. Səni bir az da gecikdirsəm el məni qınayar. Ata naəlac qalıb dedi: -Nə deyirsən, oğul, məsləhət sənindir. Evdəkilərin hamısı qoca ilə halallaşdılar. İbrahim atasını səbətə qoyub dalına aldı. O ağır-ağır, kədərli halda insan qəbiristanlığa üz qoydu. Az getdilər, çox getdilər, yolda qoca dərindən bir ah çəkdi. İbrahim atasından ah çəkməyinin səbəbini soruşdusa da qoca demədi. İbrahim ondan əl çəkmədi. Axır ki, atası dedi: -Heç, oğul, yadıma düşdü ki, bir vaxt mən də sənin kimi atamı səbətə qoyub, həmin bu yol ilə qəbiristanlığa aparırdım. İndi sən də məni aparırsan. Qocanın bu sözləri İbrahimin ürəyinə ox kimi sancıldı. İstədi ki, atasını evə qaytarsın, ancaq el adətini pozmaqdan çəkindi. O yolunu yavaş-yavaş davam etdirirdi. Qəbiristanlığa çatanda quşların dəhşətli qarıltısı İbrahimi vahiməyə saldı. Atasını yerə qoyub bir qədər dincini almaq istədi. Ancaq, acgöz quşlar dövrə vurub, ata və oğulun başı üstə hərlənir, İbrahimin aralanmasını gözləyirdilər. Qoca acgöz quşlara baxıb oğluna dedi: -Get, oğlum, get, sənə can sağlığı. Ancaq səbəti də aparmağı unutma. İbrahim cavab verdi: -Ata, mən anamı bu səbətlə gətirmişdim, evimizdə axırıncı qoca sən idin, səni də ki, gətirmişəm. Daha səbət nəyimizə lazımdır? Qoca dedi: -Yox, oğul, axı sənin də oğlun var. O böyüyəcək, sən isə qocalacaqsan. Bir vaxt o da bu səbətlə səni gətirib quşlara yem edəcək. Apar, oğul, apar, o səbət sənə də qismət olacaq. İbrahimin bütün varlığı titrədi. Elə bil qəflət yuxusundan ayıldı. Birdən atasını qucaqlayıb qışqırdı: -Yox, ata, yox, mən səni bu vəhşi quşlara yem etməyəcəyəm. Mən səni saxlayacağam. O, daşla, ağacla quşları qovdu. Gördü ki, qayanın dibində bir mağara var. İbrahim atasını həmin mağaraya qoyub dedi: -Ata, sən burada yaşa, mən sənə yorğan-döşək, hər gün də yemək-içməyini gətirəcəyəm. İbrahim mağaranın ağzına daş düzdü. Daşların arasından içəri işıq düşürdü. O, dediyi kimi də elədi. Atasının yemək-içməyinə yaxşı fikir verirdi.
2
Günlərin bir günündə şəhərə gələn suyun başında əjdaha peyda oldu. Əjdaha suyun qabağını elə kəsmişdi ki, şəhərə bir damcı su gəlmirdi. Onun əlindən bütün camaat zara gəlmişdi. Əjdaha ilə pəhləvanlar nə qədər vuruşa gəlsələr də ona qalib gələ bilmədilər. Padşah car çəkdirib elan etdi ki, hər kim əjdahanı ya öldürsə, ya da torpaqdan qovsa, onu dünya malından qəni edərəm. Hər kim bu işə girişdisə, əjdaha ağzından püskürdüyü alovla onu külə döndərirdi. Daha heç kəs onunla üz-üzə gəlməyə cürət edə bilmirdi. Sənə kimdən xəbər verim İbrahimdən. İbrahim yemək götürüb yenə atası olan mağaraya yollandı. Ata gördü ki, yemək var, amma nədənsə oğlu su gətirməyib. Soruşdu: -Oğul, bəs su niyə gətirməmisən? İbrahim cavab verdi ki, hal-qəziyyə belədi, camaat susuzluqdan qırılır. Əjdahanın əlindən zara gəlmişik. Heç kəs ona bata bilmir. Qoca bir qədər fikirləşib dedi: -Oğul, mən o əjdahanın öhdəsindən gələ bilərəm. İbrahim sevincək dedi: -Ata, sən əjdahanın öhdəsindən gələ bilsən, bütün xalqı xoşbəxt etmiş olarsan. Üstəlik şah xəzinəsinin yarısını bizə bağışlayar. Qoca dedi: -Oğul, sən şahın yanına get. Ona de ki, uzunu on arşın, eni dörd arşın bir güzgü hazırlasın. Camaat həmin güzgünün arxa tərəfindən tutaraq əjdahaya doğru getsin. Əjdaha güzgüdə öz şəklini görüb vahiməyə düşəcək, qaçacaq. O qaçdıqca siz onu güzgü ilə qovun. Əjdaha sizin torpaqdan ilim-ilim itəcək. İbahim şahın yanına gedib dedi: -Şah sağ olsun, mən o əjdahanın öhdəsindən gələrəm. Ancaq bu şərtlə ki, verdiyiniz sözə əməl edəsiniz. Şahın susuzluqdan dili-dodağı qurumuşdu. Çar-naçar qalıb and içdi ki, xəzinəmin yarısı sənindir. İstəyirsən indidən daşıtdır, bircə bizi sən bu bəladan qurtar. İbrahim dedi: -Şah sağ olsun, mənə böyük bir güzgü düzəltdir. Şah İbrahimin dediyi kimi böyük güzgü düzəltdirdi. Güzgünün yanlarından arxa tərəfdən əl tutmağa yer qoydular. Camaat güzgünü əjdahaya tərəf apardı. Əjdaha gördü ki, ona tərəf ağzından od püskürdən bədheybət bir heyvan gəlir. Gördü ki, bu heyvan bunu deyəsən yeyəcək, başladı götürülməyə. Camaat da onu arxadan güzgü ilə qovurdu. Əjdaha hərdənbir geri dönüb baxanda gördü ki, o bədheybət heyvan gəlir. Başlayırdı daha bərk qaçmağa. Xülasə, qaça-qaça padşahın torpağından çıxdı. Camaat döşəndi suyun canına. Hamının gözlərinə şəfa gəldi. Sevincdən, şadlıqdan hamı İbrahimi atıb-tuturdu. Padşah İbrahimi çağırtdırıb dedi: -Oğul, şərtimiz şərtdir, ancaq de görüm, bu fikir, bu tədbir sənin ağlına haradan gəldi? İbrahim dedi: -Şah sağ olsun, bu mənim tədbirim, hünərim deyil. Cavanlar nə qədər ağıllı olsalar da, qocalara, onların müdrik nəsihətlərinə, məsləhətlərinə ehtiyacları var. Biz bütün qocaları göz bəbəyimiz kimi qorumalıyıq. Onları qurda-quşa yem etməməliyik. Bütün insanları xilas edən bu tədbiri mənə öyrədən atam oldu. İbrahim bütün əhvalatı olduğu kimi padşaha nəql etdi. Camaat heyrətlə qulaq asırdı. Padşah əmr etdi: -Bu saat qocanı bura gətirin. Camaat sevinclə dağa tərəf yüyürdü. Qocanı təntənə ilə şəhərə gətirdilər. Şah xəzinəsinin yarısını İbrahimə verib murdar adəti ləğv elədi. O gündən öz əcəlləri ilə ölənə qədər qocalara hörmət və qayğı göstərildi. Qocaların sevinci yerə-göyə sığmırdı. | |
| | | AyMaRaLCaN
Mesaj Sayısı : 734 Rep Puani : 0 Kayıt tarihi : 26/10/10
| Konu: Geri: Azerbaycan Masalları-Azerbaycan Nağılları Cuma Ara. 23, 2011 12:21 pm | |
| Günəşin nağılı
Biri varmış, biri yoxmuş. Bir dəfə Günəş bərk yoruldu. Daha yataqdan qalxmaq istəmədi. Dünyaya qaranlıq çökdü. Yerin sakinləri - adamlar, heyvanlar, quşlar bir yerə yığışıb məsləhətləşdilər. Çox götür-qoydan sonra Günəşin yanına qasid göndərməyi qərara aldılar. Dedilər: - Qoy gedib Günəşə yalvarsın, bəlkə onun sözünə baxıb yataqdan qalxdı. Günəşin evi sıx meşənin uca dağın axırıncı dənizin arxasında idi. Ora yalnız quşlar gedib çıxırdı. Yerin sakinləri Tovuzquşunu seçdilər. Dedilər: - O, çox gözəldir. Günəş onun sözünü yerə salmaz. Tovuzquşu yola düşdü. Meşəni keçdi, dağdan aşdı, dənizin üzərindən uçub Günəşin pəncərəsinə qondu. Onu oyatmağa başladı. Günəş gözünü açmadan soruşdu: - Kimsən, nə istəyirsən? - Mən Tovuzquşuyam. Səni oyatmağa gəlmişəm. Tez çıx işlər çətinə düşüb. - Kimin işidir, çətinə düşən? - Lap elə mənim. Qaranlıqda Qarğadan seçilmirəm. Əlvan quyruğumu heç kəs görmür. Günəş hirsləndi. - Deməli mən sənin quyruğuna lazımam. Rədd ol, burdan. Bir quyruğa görə bütün dünyanı işıqlandırmaq istəmirəm. Tovuzquşu əliboş qayıtdı. Sonra Günəşin yanına Bülbülü göndərdilər. Hamı düşünürdü, onun qəşəng səsi var. Günəşi birtəhər razı salar. Doğrudan da Günəş Bülbülün nəğməsini eşidəndə həyəcanlandı, köks oturdu, yuxulu-yuxulu dedi: - Səsin ürəyimi yerindən oynatdı. Nə arzun varsa, söylə, səninçün hər şeyə hazıram. - Xahiş edirəm, dünyanı işıqlandırın. Qoy gecə qurtarsın. Günəş maraqla soruşdu: - Məgər sən gecələr mahnı oxuya bilmirsən? - Əksinə, mən hər gecə oxuyuram. Bir-iki gün də səhər açılmasa, səsim tutulacaq. Günəş onun sözündən pərt oldu. Deməli mən yalnız ondan ötəri yerimdən qalxmalıyam ki, sən dincələsən, boğazın ağrımasın, hə? Bəs, öz istirahətim necə olsun? Rədd ol, burdan. Bülbül də kor-peşiman geri qayıtdı.
Bu dəfə Günəşin yanına Tutuquşunu göndərdilər. O, dənizin arxasındakı evə çatar-çatmaz qışqırdı: - Bəsdir, tənbəllik elədin, oyanmaq vaxtıdır. Çünki mən qaranlıqda yamsıladığım adamların necə hirsləndiyini görmürəm. Günəş cavab vermədi. Qorxdu ki, Tutuquşu onun özünü də yamsılayar. Tutuquşu da yerə əliboş qayıtdı. Elə bu vaxt Xoruz xahiş etdi ki, Günəşi oyatmağa onu göndərsinlər. Yer sakinləri arasında heç kəs ona inanmırdı. Deyirdilər ki, Xoruz gözəl deyil, sədi kobuddur. Amma ondan başqa getmək istəyən yox idi. Əlacsız qalıb razılaşdılar. Xoruz uça-uça dənizin arxasındakı evə gəldi. Günəş şirin yuxuda idi. Xoruz ona yaxınlaşıb dərindən nəfəs aldı. Öz nəğməsini oxumağa başladı. Günəş səksənib ayıldı. Az qala yıxılacağdı. Yorğanı üstündən düşdü, bütün dünya işıqlandı. Günəş gözlərini ovuşdura-ovuşdur qışqırdı: - Bu kimdir? Menim evimdə nə gəzirsən? - Quqqulu qu, quqqulu qu, oyan, ay tənbəl, öz vəzifəni bilmirsən? Günəş gərnəşdi. - Nə vəzifə? - Axı sənin vəzifən işıq saçmaq, yeri qızdırmaqdır. Sənsiz yer üzündü həyat olmaz. Hər yana zülmət çökər. Onda öz həyatın da mənasız keçər. Günəşin gözləri doldu. - Mən onsuz da ömrüm boyu əbəs işləmişəm, heç kəs qədrimi bilmir. Mənə qiymət vermir. Tovuzquşu ancaq quyruğunu xidmət edir, Bülbül öz nəğmələrinə qulaq asır, Tutuquşu da ağılsızın biridir. Xoruz onunla razılaşmadı. Dedi: - Ey, tənbəl Günəş, sən adamları unutmusan. Axı onlar sənsiz yaşaya bilməz Günəş təəccübləndi. - Adamlar nəyimə gərəkdir? Guya onlar olmasa, işığım, hərarətim azalacaq. - Bəs necə? Adamlar olmasa, rəngin solar. Səhər çağı sənin şuaların şehli otların, sünbüllərin, çəmənlərin üzərinə düşüb bərk vurur, çoxalır. Bəs, torpağı əkib becərən, yaşıllaşdıran kimdir? Günəş dedi: - Əlbəttə adamlar. - De görək, su götürmək üçün yerdəki quyuları kim qazıb? - Adamlar qazıb. Bundan nə olsun ki? - Sən məşhur bir məsəli unutmusan. Qulaq as, gör orda nə deyilir? Ayın əksi göllərə düşür, Ulduzlar sayrışır, hər quyuda Günəşin şəkli görünür.v Günəş onun sözləri ilə razılaşdı. Xoruz dedi: - Qadınlar bulaq başında toplaşanda sən onların kuzəsində (bardağ) əks edirsən. Yaxşı deyiblər, göydə bir Günəş var, yaxşı ev sahibinin isə kuzəsi bir Günəşdir. Günəş onunla razılaşdi. - Nə deyim, bəlkə də sən haqlısan, ancaq yerimdən qalxmağa həvəsim gəlmir. - Onda rəngin solacaq, sönüb gedəcəksən. Lap kotan kimi. Yadındadır kəndlinin kotanı da işsiz qaldıqından tamam pas atmışdı. - Elədir, elədir, sən haqlısan. - İndi gördün, adamlar olmasa, dünyaya zülmət çökər. Sən isə insan əli ilə düzəldilən hər şeydə bərq vuran minlərlə günəşi görə bilməzsən.v Günəş fikrə getdi: - Ay xoruzz, nəğmələrin çox şirindir, ancaq başa düş ki, mən özümçün yaşamaq, dincəlmək istəyirəm. - E, e, e, tənbəl Günəş, yalnız özü üçün yaşayan hər kəs, başqaları üçün ölmüş kimidir. Yalnız yaxşı işləyənlər, yaxşı da dincəlir. Günəş yataqdan qalxdı, var-qüvvəsi ilə yeri işıqlandırdı. O vaxtdan bəri Xoruz hər səhər gün doğmamış yataqdan qalxıb öz nəğməsini oxuyur. O, əvvəlcə üzünü Günəşə tutub deyir: - Quqqulu qu, quqqulu qu, oyan, işə başlamaq vaxtıdır. Sonra o, torpağa müraciət edir. Oyan, öz şirənlə toxumlara və köklərə qüvvət ver. Xoruz üçüncü mahnısını adamlar üçüm oxuyur. Yerinizdən qalxın, oyanın, gün çıxıb, torpaq sizi gözləyir, oyanın. | |
| | | | Azerbaycan Masalları-Azerbaycan Nağılları | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |